26 Temmuz 2013 Cuma

Sözlerin Gücü

Sen ne söylersen söyle, söylediğin karşıdakinin anladığı kadardır
Mevlana
İnsan olmanın en güzel yönlerinden biri de sözlü iletişim kurmak. Düşünmektir insanı hayvandan farklı kılan der birçok insan ama doğru kullanılmayan zeka işe yarar mı? Kontrolsüz güç, güç müdür? Sözlü iletişim insan zekasının incelikli bir ürünüdür ve hayat oyununda başarılı olmamız için önemlidir.
Söz iletişim için tek gerekli unsur değildir, ama yapılan araştırmalar göre kişilerarası iletişimde sözlerimizin %7, sesin %38 ve beden dilimizin %55 değere sahip olduğunu göstermiştir. Yani ne söylediğimiz değil, nasıl söylediğimiz önemli. Yaşamımızdaki her şey aslında zihinsel bir temele yani algılara dayanıyor. Algı kadim “savaş sanatları”nın olmazsa olmazıdır.
 Sen ne söylersen söyle, söylediğin karşıdakinin anladığı kadardır” demiş Mevlana. Ancak bunu bile farklı anlamak mümkün. Birisi “ben söyledim, adama bak anlamadı” derken, diğeri “nasıl söylersem karşımdakinin beni daha iyi anlamasını sağlarım?” der. Stephen Covey bunu “önce anlamaya çalış, sonra anlaşılmaya” şeklinde çok güzel özetlemiş.
Ancak sözlerin gücü  %7 deyip de geçmemek lazım zira sözler güzel kullanılmadıklarında hafızada ve kalpte yaralara yol açarlar. İnsanoğlunun en temel ihtiyaçlarından birisi anlaşılmaktır. Anlaşılmak ise iletişim ile olur. Bazen bir bakış anlamak veya anlaşılmak için yeterliyken, bazen de uzun yıllar süren tartışmalar anlayışı getirir. Bazen hayatın ani bir müdahalesi ile zor yoldan da öğrenilebilir, bazen de öğrenilmez .
Birini anlamak istiyorsanız veya kendinizi doğru ifade etmek istiyorsanız Dr.Thomas Gordon’un “Etkili Anne-Babalık” adlı kitabındaki şu 12 iletişim hatasından sakınmak faydalı olur...
·         Emir vermek, yönlendirmek
·         Uyarmak, gözdağı vermek
·         Ahlak dersi vermek
·         “Öğüt vermek, çözüm önermek”
·         Nutuk çekmek
·         Yargılamak, eleştirmek, suçlamak
·         Övmek
·         Ad takmak, alay etmek
·         Yorumlamak, tanı koymak
·         Güven vermek, desteklemek
·         “Anlatması devam ederken soru sormak
·         Şaka yapmak, konuyu değiştirmek
Bu hatalar her zaman iletişimi engeller diye kesin bir kural yoktur ve açık bir iletişime sahip, etkin ve koşulsuz dinlemesini bilen, her şeyi olduğu gibi kabul eden, herkesi farklı bir birey, farklı bir değer olarak gören, farklılıkların sorun değil, bir çeşitlilik olduğunu gören ve anlayan zihinler arasındaki mesafe atom çekirdeğindeki proton ve nötron arasındaki mesafeden bile kısadır. Önemli olan kişilerarası kredi hesabınızın ne denli kabarık olduğudur.
Yaşamınızda her an sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın, ahenkli ve dengeli olun.
Sevgiler,
Kenan
Copyright © 2013  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

23 Temmuz 2013 Salı

Çocuktan al erdemi...Özgürlük

 Bilgeliğin dudakları anlamayan kulaklara kapalıdır
Kybalion
Bir süre önce çocuklardan öğrenebileceğimiz şeylerle ilgili 2 yazı yazmıştım. http://www.naacel.blogspot.co.uk/2013/06/cocuklarm-benim-hayat-kocum-2.html Bu sefer de geçen hafta yürümeye başlayan oğlumdan feyz aldıklarımı paylaşmak istiyorum.
Bizim oğlan geçen hafta yürümeye başladı. O her gün yerlerde emekleyen, dizleri yerleri süpüren velet ayağa kalktı. Ne ayağa kalkış ama. Ne görkemli bir ayağa kalkış o ama. İlk denemeler doğal olarak başarısızlıkla sonuçlandı. Her düştüğü sefer “mırın kırın etmeden”, “şikayet etmeden”, “görevinin bilincinde bir samuray iradesi” ile düştüğü yerden kalktı ve en sonunda ayakta durmayı başardı. Amacı oydu ve sadece ona odaklandı ve yaptı. Düşmeyi hiç düşünmedi, sadece yaptı, anı yaşadı. Eski Japon sözü gibi “acıkınca ye, yorulunca uyu”. Her düşmeden sonra bir önceki denemenin ona verdiği hazla bir sonraki denemesini merakla ve büyük bir şevkle yapıyordu. Yüzündeki gülümseme kanatlanmış da uçuyor izlenimi veriyordu.Gözlerindeki merak felsefe taşının sırrını keşfe bir adım yaklaşan bir simyacının meceracı ve muzip bakışları gidiydi. Sanki bir süre önce içinden çıkıp geldiği o bütünlüğün saflığını saçıyordu etrafa adeta.
Ayakta durmak demek yürümek demek değil tabii. Sendeledi durdu. Hatta onu kumda yürüterek Brezilya kung-fu’su “Capoeira”cıların dengesini kazansın istedim ve bizimkisi 2 gün sonra dengesini ayakta gayet iyi sağlıyor ve düşe kalka birkaç adım yürüyordu. Sonraki 2 gün ise kendi başına 20-30 adım atar oldu. Ve bugün istediği an kalkıp yürüdüğü bir oto-kontrol haline geçtik. Bir süre sonra da koşacak duracak ve oradan oraya zıplayıp oynayacak. Hayatın kuralı bu.
“Kargaya yavrusu şahin görünür” derler ve tabii ki ben de küçük oğlumun ayağa kalkışının haklı gururunu yaşıyorum bir baba olarak. Ancak bu gururun da ötesinde bu ayağa kalkışta ben bir erdem ve bir de hayatın akışına dair bir kural. Gördüğüm erdem “özgürlük”tü. Bir çok insanın kaydetmedikçe hatırlamadığı, hatta bilmediği “özgürlüğün değeri”ydi. İlk doğduğu an koyduğunuz yerde duran ve sadece en temel fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayan bir bebek, zaman içinde daha fazla bedensel hareket kabiliyetine sahip olmaya ve sonra emekleyerek mekan içinde “hareket etme özgürlüğü”ne sahip oluyor. Emeklemenin verdiği kısıtlı özgürlük ise yürümek ile büyük ölçüde aşılıyor. Minik oğlumun gözlerinde gördüğüm o ışık işte o özgürlüğü kazanmanın verdiği mutluluk ve gurur hislerinin dışa vurumuydu. Ancak özgürlük sadece yürümek ile elde edilmiyor. Özgürlük ve özgürlükler hak edilmeli.
Özgürlükleri “bireysel özgürlük” ve “toplumsal özgürlük”ler şeklinde ikiye ayırmak mümkün. Bir çok insan bireysel özgürlüğü istediğini yapabilmek olarak anlar ancak “herkesin özgürlüğü bir diğerinin özgürlüğünü kısıtlamadığı sürece yaşamaya hakkı vardır”. Bireysel özgürlük denince en temel 2 tür özgürlük “düşünce özgürlüğü” ve” vicdan özgürlüğü” dür. Bunların olmazsa olmazı “hür irade” ve “özgür düşünce”dir. Her fikri tohum ancak böyle bir ortamda sağlıklı olarak filizlenebilir. Bu 2 temel özgürlüğü “politik özgürlük”, “sosyal özgürlük”, “ekonomik özgürlük”, “davranış özgürlüğü” ve "inanç özgürlüğü" gibi diğer özgürlükler izler.  Toplumsal özgürlük denince akla bireysel özgürlüklerin toplamından fazlası gelir. Ben bunu Stephen Covey’in “karşılıklı bağımlılık” olarak adlandırdığı gibi açıklıyorum. Hayattaki her şey birbirine öylesine dahice bağlanmıştır ki, 1960’larda hava tahminleme sistemleri ile ortaya çıkan “kelebek etkisi” bu bağı en iyi şekilde anlatır.
Gördüğüm diğer şey ise hayatın ve olayların akışına dair bir evrensel yasaydı. Yaşamda bazı evrensel kurallar var ki bunlar hem mikro kozmos hem de makro kozmos seviyesinde insanlar farkında olmasalar da iş görüyor. Bunlardan bir tanesi de “döngüsellik yasası”dır. Yin Yang sembolünde beyaz ve siyah kısımları çevreleyen halka ile simgelenir. Bu halka üstündeki bir nokta zıt uçlar arasında sonsuz bir döngüyle gidip gelmekte ve her 2 aşamadan da geçmektedir. Evrende her şey bir diğer yasa olan “dualite” veya “kutupsallık” yasası gereği zıt kutuplar arasında salınıma maruzdur. Bu salınımı 2 boyutlu açıdan bakarsak düzenli bir sinüs eğrisine benzetebiliriz. Her inişin bir çıkışı, her çıkışın bir inişi vardır basitçe. Sinüs eğrisinin en alt noktasından en tepe noktasına kadar olan parabol eğrisi hem pazarlamacılarım “ürün yaşam döngüsü planlaması”nda kullandıkları, hem de ekonomistlerin “azalan verimler kanunu” ile açıkladıkları olguyu simgeler. 
Soldaki grafiğe bakarsak, bir sinüs eğrisinin gelişme noktasına dek olan yarım kısmını görürüz. Bir arabanın rölantiden kalkıp ilk hareketi alması ve ya bir tren lokomotifinin duruş halinden ilk hareketine başlaması gibi herhangi bir “sıfır noktasından harekete geçiş büyük enerji ister”. Hareketin başlamasıyla birlikte ise ilerleme daha kolay olur öyle ki her bir birimlik çaba için 2 birimlik bir ilerleme kaydedilir ancak eğride yukarı doğru ilerledikçe öyle bir noktaya gelinir ki 10 birimlik çabaya rağmen sadece 1 birimlik ilerleme veya kazanç bile elde edilemez. İşte bu noktada artık ilerlemenin bir faydası yoktur ve kısıtlı kaynaklar farklı alanlara tahsis edilebilir.
“Azalan verimler yasası” olarak ekonomistlerin tabir ettiği bir anlatımı gündelik yaşama indirgersek şu ortaya çıkar.
·         Hiçbir şey yoktan var olmaz ve bir zihinsel yaradım sonucu gösterilen bir çaba ile ortaya çıkar.
·         İlk hareketin başlamasıyla hemen mükemmelliğe ve en iyiye ulaşılamaz. Öğrenmek zaman gerektirir ve bebeğin emeklemesi gibi bir dönem gereklidir. Hemen sonuç almak ve maksimum getiri beklemek saflıktır, kendini bilmezliktir. Nitekim modern iş hayatında birçok insan ve şirket kendilerinin evrensel yasalar gereği yapamayacakları “Süpermen”liği başkalarından ister ve sonra olmayınca suçlarlar. Nasıl bir bahçedeki çiçeğin büyümesi için bir saat içinde tonlarca su dökmenin o çiçeğin çabuk büyümesine yardımı yoksa, gereksiz ve mesnetsiz çabalar da sonuç vermez, mutsuzluk getirir. O yüzden hayata , olaylara ve insanlara zaman vermek gerekir.
·         Emekleme dönemini bir “yürüme dönemi” alır ki bu dönem her şeyin olması gibi olduğu bir zamandır.
·         Ancak yürümekten daha iyisine yapabilir insan ve çalışarak bir koşma dönemi gelir. Bu koşma dönemi bereketin bereketi çekmesidir. Bir ustalık dönemidir.
·         Bu noktadan sonrasını çok az insan yapabilir ki bunu da bebek örneği ile açıklarsak “uçmak” aşamasıdır. Ustalık ustalığıdır. Bu öyle bir aşamadır ki insan yaptığı şeyi en seri ve en hatasız bir şekilde yapar. Ben buna uçmak aşaması diyorum. Uçmak ama yapabilene...
·         Hayattaki her gelişim bu 5 aşamayla açıklanabilir ve bundan sonrasını da tersi bir gerileme dönemi izler. Pazarlama uzmanları piyasaya sürdükleri her ürün için bu süreci planlar ve yönetir, ne zaman ki ellerindeki kısıtlı imkanlar ve piyasa koşulları eski ürünü çekip yerine yeni ürün sürmelerini gerektirir, o zaman kısıtlı kaynaklardan maksimum çıktı almak için yeni ürüne odaklanılır.
Bebek deyip geçmeyin. Bebekler de “hayat kitabı”ın bir parçası ve sundukları erdemler ve tecrübeler yakın süre önce geldikleri kaynağı yansıttığı ve bozulmamış oldukları için çok değerli. Tabii ki her zamanki gibi okuyana. http://www.naacel.blogspot.co.uk/2013/07/hayat-kitabn-okumak.html
Yaşamınızda her an sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın, ahenkli ve dengeli olun.
Sevgiler,
Kenan
Copyright © 2013  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

12 Temmuz 2013 Cuma

İyi ve kötü yanılgısı

Herkes kendi kaşığı kadarını alır
Anonim
Hayatımızın akışına baktığımızda hayattaki her şeyi iyi ya da kötü şeklinde yorumladığımızı görürüz. Onların hedeflerine ulaşmalarına yardımcı olan ya da mutluluklarına katkıda bulunan şeyler iyi, ancak hedefleri ve mutlulukları önüne çıkan şeyler kötü olarak nitelendirilir. İyi ve kötü tanımlamaları sözlükteki tanımından ziyade kişiden kişiye göre değişir. Sadece olaylar da değil, kişileri değerlendirmeye kalktığımızda durum daha da fecidir ve kişiye duyulan yakınlık, arkadaşlık-dostluk seviyesi, birlikte yaşanmışlıklar, ne kadar zamandır tanıdığı, ne denli eğlendirici olup olmadığı vs vs gibi birçok kişiden kişiye değişen objektif olmayan kriterler devreye girer. Bu doğaldır da, zira herkes kişiliğinin bir parçası olan ve hayata verdiği tepkileri yöneten bir zihin haritasına sahiptir.
İyi bir olay “gül veren elde gülün kokusunun kalması” gibi geride hoş bir duygusal deneyim bırakır, kötü bir olay da olumsuz duygular. Olaylar ve kişilerin bize bıraktığı duygusal izlenimler iyi-kötü yorumlamasını belirler. Ve bu izlenimler sonucu yaşantımızdaki her şeye bir anlam yükleriz. Yüklediğimiz anlam iyi olana kötü, kötü olana iyi dememizle sonuçlanabilir. Zira, maddesel unsurlarla çevreli dünya yaşamında her şey aslında zihinseldir, zihnimizdeki algılardan ibarettir. Hayattaki her şey olduğu gibidir ancak bu algımız hayatı kendimize göre anlamlandırır. Maddesel gerçeklik inkar edilemez ve vardır ancak onu nasıl yorumladığımız farklıdır. İzlenimleri nasıl yorumladığımız ise kişiliğimizin parçalarından biri olan zihin haritamızdan gelir. Bu zihin haritası Matrix’ten Kaçış isimli yazımda da (http://www.naacel.blogspot.co.uk/2013/05/matrixten-kacs.html) bahsettiğim gibi doğumdan sonra otomatik olarak yazılan kişilik yazılımının önemli bir parçasıdır. Her birimiz olayları ve kişileri kendi zihin haritamız kadar görür, algılar ve yorumlarız.
Sadece günlük yaşantımızdaki olaylar ve insanlar değil aynı zamanda dünyadaki afetler ve hatta kozmik olaylar bile farklı gözler tarafından farklı yorumlanır. Üç beş gün yoğun yağan yağmur sonucu büyük maddi ve manevi kayıplar yaşatan bir sel felaketi bir bilim adamı tarafından talihsiz bir olay olarak nitelenirken, o bölgenin felakete maruz kalmış insanı tarafından da kötü olarak anlatılırken, o bölgenin insanını sevmeyen birinin bakış açısından “Tanrı’nın görünmeyen elinin zamanında Ad kavmine yaptığı gibi sağladığı adalet” olarak da yorumlanabilir.
Dualite ve ya kutupsallık yasası evrensel bir yasadır.  http://www.naacel.blogspot.co.uk/2013/06/neden-dunyada-bunca-kargasa-var.html yazımda daha detaylı açıklamalar bulunabilir. Dualite oldukça zıtlıklar olacaktır. Onlar olmasa tekamül olmaz, hareket olmaz, evren olmaz. Önemli olan onları anlamak ve kabullenmektir. İyi ve ya kötü maddesel dünyada bizim sonlu ve kısıtlı bakış açılarımızın ürünüdür. Aslında evrendeki her şey tek ve birdir ve bu düzenin tek bir gerçeği vardır. Ancak dağın eteklerinden zirvenin net görülememesi gibi daha üstten bakıldığında tüm zıtlıklar aynıdır.
 Big Bang ile yaradılış sonrası ilk hareketin başlamasıyla birlikte zıtlıkların kozmik dansı başlamıştır. Hiçbir şey zıddı olmadan var olamaz. İyi kötü olmadan, kötü de iyi olmadan var olamaz. Her şey yaradılış öncesi TEK ve BİR’di ve o ana dönmek ister ama kutupsallık yasası gereği evrenin çıktığı kaynağa dönüşüne dek o ana dönemez. Evrensel adalet olan Dharma işte o teklik noktasına, bu zıtlıklar aleminde denge noktasına dönmektir. Modern fiziğe göre, Big Bang ile başlayan yaradılış süreci belli bir süre sonra evrenin büyüme evresinin geriye işlemesiyle birlikte evrenin küçülmesi olarak gelişecektir. Kadim Hindistan’da Aryanlardan kalma Vedik öğretide daha binlerce zaman önce henüz modern astrofizik bilimi ortada yokken bu süreci ilginç ve doğru bir şekilde anlatılmıştır.
İyi ve kötü diye bir şey yoktur zira bunlar aynı ve tek olanın farklı görünümleridir. Belli bir anda başımıza gelen iyi bir olayın bir süre sonra hayrımıza olmadığını görebiliriz. Aynı şekilde yaşanan krizlerin gecenin karanlığının söküp yeni doğan daha güzel bir sabaha kapısını açması gibi, kötü olarak tabir edebileceğimiz olaylar da o an için öyle görünseler bile bizim hayattan belli bir dersi öğrenmemiz için yaşanılması gereken bir sınav olabilir ve bize uzun vadede hayırlı olabilir. Kimin için neyin iyi neyin kötü olduğunu fani aklımız ile ve o anki bakış açımızla bilemeyiz.
Dünyadaki farklı kültürler ve insanlar her zaman kendi bakış açılarına göre olayları ve kişileri yorumlamışlar ve yargılamışlardır. Tüm insanlık tarihi boyunca yargılamışlardır da. Hazreti İsa bile farklı düşünen insanlar tarafından yargılanmış ve çarmıha gerilmiştir ancak bugün dünyadaki önemli ve büyük semavi dinlerden birisini insanlığa sunmuştur. Krişna, Mani, Hallac-ı Mansur, Sokrates ve daha nice aydın ve ruhani insanlar insanlığa ışıklarını sunmak için çabalarken ölmüşlerdir. Ama nice zorba da tersine kahraman ilan edilmiş ama sonradan da olsa tarihin tozlu sayfalarında hak ettiklerini almışlardır.
Fani bakış açısından bile bakıldığında toplum içinde rahat hareket edememesine sebep olan utancını bir lanet olarak gören bir insanı bu özelliği hayatındaki bazı durumlarda rezil olmaktan kurtarabilir.  Çevresindekileri olabildiğine haklı veya haksız eleştirip, onlara yorumlarıyla hayatı zehir eden bir insanı, bu eleştirel bakış açısı tehlikeli bir tuzaktan kurtarabilir. Sahip olduğumuz özelliklerin hiçbirisini iyi ve kötü diye adlandırmayalım. Hepsinin bizi biz yapan biricik özellikleri vardır. Ve duruma göre bize hizmet ederler.
Zihin haritası egonun bir kölesi olarak hareket ettiği sürece karşılaştırmalarla çalışır. Karşılaştırır, yargılar, değerlendirir, kalkanlarını parlatır, çünkü zıtlıklar bu evrensel bir kuraldır ve ego da kendini iyi olan yönde korumaya alarak kişiyi korumaya çalışır. Ne zaman egomuz müttefikimiz olur o zaman evrendeki maddi zıtlıklar var olsalar bile, zihin haritamız her şeyin yaradandan kaynaklandığını, çokluktaki tekliğin farklı bir güzelliği olduğunu ve iyi ve kötünün Advaita Vedanta’da bahsedildiği gibi sadece bir yanılsama (“Maya”) olduğunu anlar. Zıtlıklar yaşadığımız dünyada ve yaşamda vardır ve kesin bir gerçekliktir ancak bir ve ya daha üst açıdan baktığımızda aynı madalyonun 2 yüzüdür. İşte bu bakış açısıyla insan o an her şeyi olduğu gibi kabullenir ve yargılayan zihin halini bırakır. Ama unutmayalım ki bu hayatı yaşarken “ayaklarımız yerde, başımız gökte olmalı”dır. Bu da bir dengedir.
Yaşamınızda her an sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın, ahenkli ve dengeli olun.
Sevgiler,
Kenan
Copyright © 2013  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Dünya güzel, tek sorun bakış açımız...


Söyleyene değil, söyletene bak
Bir tasavvuf deyişi
Pazar günü akşamüstü yoğun ve kalabalık bir Pazar gününün ardından Çeşme sahilinde kızımla oturup batmakta olan güneşi ve o huzurlu günbatımının getirmekte olduğu rengarenk gökyüzünü seyrettik. Doğadaki sakinlik içimize işledi, bize huzur verdi, ruhumuzu dinginleştirdi. Bu muhteşem anı içime çekercesine derin nefes aldık ve anı yaşadık, o mekanın bir parçası olduk. Sanki o an her şey “TEK” ve “BÜTÜN”dü.. O kısa ve harika an, içim inanılmaz bir mutluluk ve tatmin ile doldu. Dünyevi bir mutluluktan öte bir şey bu. Neo-platonik öğretinin temellerini atan Plotinus’un İdealar Dünyasının kaynaklandığı teklikte erimek ile ilgili yazdıkları aklıma geldi. MS 2yy’da yaşamış olan ve modern Yoga’nın kurucusu Patanjali’nin “Samadhi” için söyledikleri içimde titreşti. Ney dinlerken kanatlanan ruhumun bana hissettirdiği hafiflik içimi doldurdu. O kısa an her şey tam ve eksiksizdi. Durgundu. Daha güzel ne olabilirdi ki...hem de yanımda güzel kızım varken.
Bunun gibi özel anları her birimiz yaşantımızda en az bir kere yaşamışızdır. İnsan ne kadar çok bu özel anları yaşarsa, o kadar içinde yaşadığı ve parçası olduğu doğanın güzelliklerini takdir edebilir. Parçası olduğu doğayı takdir eden insan Mutlak Yaradan’a bu şekilde minnet edebilir. Hayatta her şey ama her şey minnet etmek için bir fırsattır. Bu gibi anların yaşanma sıklığı insana bir anlamda daha fazla huzur veriyor. Birçok doğu ve batı öğretilerinin modern ve kadim üstatlarının dediği gibi mutluluk geçici ve dışsal şeylere bağlı değil ve olmamalıdır da. Tekamül etmekte olan insanın bir anda elini şıklatması ile sihirli bir şekilde ansızın kalıcı ve İlahi mutluluğu elde etmesi düşünülemez.  Kalıcı değişim ve içselleştirme önce dıştan içe, sonra içten dışa olur. Önce öğrenir, sonra içselleştirir ve dışa her hareketimizle yansıtırız.
Üstünde yaşadığımız bu Dünya devasa boyutlardaki evren içinde çok küçük bir boyuta sahip. Her ne kadar şu an dek üstünde hayat olduğuna dair bilimsel bir kanıt bulunmadıysa da, muhtemelen bu sonsuz evrende yaşam için gerekli koşulları sağlayan tek gezegen bizimkisi değildir. Yaşam için gerekli koşulları sağlayan Dünyamız gerçekten çok güzel. Her bir köşesi ayrı güzel.  Kötü ve olumsuz giden hiçbir şey yok ve olmadı da. Her şey yaşanması gerektiği gibi yaşanıyor. Afrika’nın Savanaları, Ektator’un tropikal ormanları, okyanusların çeşitliliği, kutup buzullarının türlü şekillerdeki güzellikleri...saymakla bitmez güzelliklerle bezeli bir dünyada yaşıyoruz. Sorun olan tek şey bizlerin bakış açıları ve hayatı nasıl algıladığımız. Sorun hayatı kendilerine göre yönlendirmeye çalışanlar, şişen egoların çatışmaları sonucu yaşanan mücadeleler ve çekememezlikler. Sorun kültürel ve bireysel farklılıkları çeşitlilik yerine tehdit gören bozuk zihniyetlerde. Sorun kendini her fikre açık sanıp, ilk karşıt fikri hemen yok etme eğilimde. Dünya olduğu gibi güzel, sade ve dingin, sorun bizlerin paradigmaları yani zihin haritaları. En temeli bu.  
Elbette ki farklılıklar olduğu sürece bu sorunlar devam edecek. O zaman çözüm nerede? Çözüm her şeyi olduğu gibi kabul etmekte...Yaradan’dan geleni Yaradan’dan ötürü sevmek, olduğu gibi kabul etmek ve buna şükretmekte.  “Keşke” ve ya “neden” dememekte. Farklı olacak olsaydı zaten öyle olurdu.
Kimseyi bir şeyi sizin gibi yapmıyor diye yargılamayın. Kimseyi davranışlarından ötürü suçlamayın, önce hangi koşullarda neye göre davrandığını anlayın ve dair kurun. Önce anlayın, sonra karara varın. Kimseden yapabileceğinden fazlasını istemeyin ve beklemeyin. Değiştiremeyeceğiniz şeyler için üzülmeyin. Kendiniz olun ve kendiniz gibi davranın VE karşınızdakilerin de kendi farklılıkları ve özgürlükleri ile kendileri olmalarına izin verin.
En temel özgürlük düşünce özgürlüğüdür ve kimsenin bunu bozmasına izin vermeyin. Bunu koruduğunuz sürece yaşam olduğu gibi muhteşem ve zarafetle akmaya devam eder.
Yaşamınızda her an sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın, ahenkli ve dengeli olun.
Sevgiler,
Kenan Kolday

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Hayat Kitabını Okumak


 Öğretmeyeceksen neden öğreniyorsun
Sümer atasözü
Her sabah uyanıyor, işe veya okula gidiyor, çalışıyor, ailemizle ve sosyal çevremizle iletişimde bulunuyor, sonra tekrar evimize dönüyor ve gün sonunda tatlı rüyalara dalıyoruz. Bu tüm yaşam süremiz boyunca devam eden bir döngü ve yaşam süremizi nasıl ve ne kadar faydalı geçirdiğimiz sadece ama sadece bize ve seçimlerimize bağlı. Zamanı nasıl kullandığımız kaderimizi belirliyor. Hayat mücadelesi Maslow’un Piramidi’indeki ilk basamak olan temel ihtiyaçları (beslenmek, barınmak, korunmak vs) karşılamak olduğu sürece bu günlük döngü bir rutin olmanın ötesine geçemiyor. Olayların akışının rüzgarın bir yaprağı kilometrelerce öteye yuvarlaması misali yönlendirdiği, uykuda ve bilinçsiz bir yaşam bu.
Acaba akşam uykusunda görülen mi rüya mı rüyadır, yoksa rüzgarın akışı içinde öylesine uçan bir yaprak olarak geçirilen bir yaşam mı rüyadır? Yaprak misali yaşam rüyadır, cehalettir. Cahil insan uykuda olan, bilmeyen insandır. Ne kendisini, ne insanı, ne içinde yaşadığı toplumu ve onu yöneten dinamikleri, ne dünyayı ve kainatı, ne de Yaradan’ı bilir ve anlar. İçinde bulunduğu yaşamda 5N1K sorularını sormadan sadece gününü geçirerek, temel ihtiyaçlarını karşılayarak, geçici olan bu dünyada geçici olan şeylere sahip olamaya çalışarak, hırs, arzu ve tutkularını tatmin etmeye çalışarak ağustos böceği misali, “eller havaya” modunda yaşar durur.
Cehalet tatlıdır ve sorumluluğu yoktur. Nasıl bir bebeği abisinden duyduğu ilk kötü kelimeyi kullandığı için suçlayamazsanız, cahil insanı da eylemlerinden sorumlu tutamazsınız. Cehaletten bilmeye geçiş ise Cebrail’in peygamberimiz Hz.Muhammed’e dediği gibi “OKU”makla başlar. Okumak, araştırmak, öğrendiğini sorgulamak ve tefekküre dalarak sentez etmek ve hazmetmek bilmeye geçişin anahtarıdır. Ancak ilk adım için bir bebeğin saf merakı gerekir. Merak olmadan çaba olmaz, dikkat olmaz, odaklanma olmaz.  Tüm kadim öğretiler cehaletten uyanışı değişik bir anlatım ve sembolizma ile anlatır.
Ancak bilmek de tatlıdır ve sorumluluğu azdır. Nasıl antik Yunan’da sofistler şehirlerde ve kasabalarda derin bilgilerini para karşılığı satar ama filozoflardan farklı olarak bildiklerini uygulamaya geçirmekle uğraşmazlardı ise, günümüzde de birçok insan vardır ki ayaklı kütüphane, mobil internettirler sanki. Soru sorun hemen cevabını verirler. Kraldan kralcıdırlar. Akıl sorduğunuzda öğüt verirler, akıl satarlar. Ya da sizde gördükleri eksikleri hınç alırcasına bir eleştirel tarzda yargılayarak size yansıtırlar ama kendilerine bakmazlar. Ama iş ağzındakileri yapmaya gelince, zor durumları yönetmek olunca verdikleri aklı, öğüdü unutur, nefslerine yenik düşerek cahil insanın tepkisini verirler. Uygulama olmadan bilmek zaman kaybıdır ve cehaletin farklı bir yüzüdür. Hatta belki de saf cehaletten de kötüdür zira rol model olmadan yapıyor gibi sadece bilgiyle konuşmak kişiye olan güveni azaltır.
Bilmekten yapmaya geçiş kişisel dönüşümü, Matrix’ten kaçışın anahtarıdır. Ancak bu şekilde alışkanlıklar değiştirilebilir, ve bu da karakteri ve kaderinizi değiştirir. Ne zaman nefes alır gibi bir şeyi yaparsınız, o zaman işte “olmak” noktasına gelinir.  http://www.naacel.blogspot.co.uk/2013/05/matrixten-kacs.html
Bilmekten yapmaya geçmek ve sonra da olmak çok iddialı ama yapılabilir bir şey. Bana göre bu süreci desteklemek için kişinin kitaplar, çevresinde rol model aldığı insanlar, ona iyi veya kötüyü bir açık kitap gibi yansıtan dürüst ve mert insanlar, eğitimler vs gibi bazı beslendiği kaynaklar olmalıdır. Bu beslenme süreci diri tutar, yolda tutar. Ancak öğrenme odasında da gereğinden fazla kalmamak gerekir, çünkü bu da kişiyi yaşamdan tecrit eder. Bir münzevinin mağaraya çekilerek izole bir yaşamda nirvanaya ermesinden ziyade şehir hayatının tam da göbeğinde yaşayarak elde edilen nirvana daha makbuldür. Şehirde nirvana hiçbir şeyden kaçmadan, her şeyle yüzleşerek ve hayata uyum sağlayarak olur.
Uyum sağlamak ve bir tanık zihniyeti ile hayatı okumak en güzel öğrenme şeklidir. Sadece okuyarak ve akıl vererek değil, öğrendiklerimizi hayatın içinde uygulayarak, hareketlerimizin iyi ve kötü sonuçlarını gözlemleyerek ve bu sonuçlarla dürüstçe yüzleşerek ve gerekli düzenlemeleri yaparak yeniden yola devam ederek ancak kişisel dönüşüm sağlanabilir. Hayatın kendisi okumaya bilenler için sonuna dek açık ve kolay okunabilir bir kitaptır. Her bir saniye bizlere gelen bir sürü mesaj vardır ama almayı ve değerlendirmeyi bilelim.  
·         Başımıza gelen her iyi ve ya kötü olaydan ve durumdan bir ders çıkartarak,
·         karşılaştığımız her kişinin bu yaşamda ona özel bir rolü ve güzelliği olduğunu düşünerek “ne öğrenebilirim” diye gözlemleyerek ve feyz alarak,
·         çevremizdeki kişilerin yaşadıklarından öğrenerek ve feyz alarak,
·         tarihi ve biyografileri inceleyerek öğrenerek,
·         kadim ve modern öğretileri öğrenerek ve onlar üstünde düşünerek, tartışarak ve felsefe yaparak,
·         kendi davranışlarımızın etkilerini gözlemleyerek ve iyi yaptığımız şeyleri daha iyi yapmaya gayret ederek, eksik yaptığımız şeyleri değiştirerek,
·         kötü insanların bile yanlış yaptığı şeyleri gözlemleyip bunları yapmamaya gayret ederek,
·         insanlarla sosyal etkileşimde bulunup onların tecrübelerinden bir şeyler öğrenerek ve şu an yazmaya zaman almayacak daha bir çok şekilde hayat kitabı okunabilir.
Hayat bir tekamül tiyatrosudur ve tiyatro yeri de yaşamdır. Yaşam bizlere gelişimimiz için her türlü fırsatı sunar. Önce tatlı tatlı ama sonra daha ciddi yollarla ve en sonra sarsarak “neyi öğrenmemiz o an gerekiyorsa onu” bize öğretir. Hint Felsefesi’nde Karma ila anlatılan etki-tepki yayasından kaçış yoktur. Tek başımıza kalsak, elimizde kitap bile olmasa hayat kitabını okumaya devam ederek yolumuzu bulur, ışıklı yolda yürüyebiliriz.
Yaşamınızda her an sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın, ahenkli ve dengeli olun.
Sevgiler,
Kenan Kolday

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Zorlukları Aşmak

Allah insanın canını alacak olsa, rıskını alır
Bir Anadolu halk deyişi
Daha önceden de bahsettiğim gibi yaşam bir tiyatro ve bizler de bu tiyatronun bir perdesindeki oyuncularız. Varlık sebebi “TEKAMÜL” yani daha modern bir tabir ile “gelişim” olan bu tiyatroda yaşanan her şeyin amacı kişiye kendisini buldurmak, ona AYNA tutmaktır. Tiyatroda rastgelelik biye bir şey yok ve yaşanan her şeyin belli bir amacı var.  Karşımıza çıkan her insan, yaşadığımız her olay, içinde bulunduğumuz her koşul ve mekan o an öğrenmemiz gerekeni öğrenmemiz için orada olan dekorlardır. Dünya bir SINAV yeri ve hayat insanı her zaman eksikleri ile sınar.
Bir kaderimiz var ve bu kader kişinin o hayat sınavında öğrenmesi gereken şeylerin bir listesinden ibaret. Ancak yollar farklı. Yollar hep Roma’ya çıkmasına rağmen, yollar arasında seçim yapmak şansımız var...bu şekilde de özgür iradeye sahibiz.  Yani bir deneyim yaşamayı seçiyor ve bu deneyimi yaşıyoruz ama bu deneyimi nasıl yaşadığımızı özgür irademiz ile seçiyoruz.
Bir deneyim yaşanacak ise mutlaka yaşanacaktır. Kaçışı yok. Bu yüzden yaşadığımız hiçbir şeyi iyi ve kötü diye ayırmamak lazım. İyi ya da kötü diye bir şey de yok zaten. Her şey en tepeden baktığımızda evrendeki dualite/kutupsallık yasasının birer yansıması. Zıtlıklar esasında TEK ve BÜTÜN olanın farklı tezahürleri. Biri olmadan diğeri de olmuyor. Bunu bilerek verdiğimiz tepkiyi seçmek ve bilinçli tepki vermek önemli. Başa gelen kötü bir deneyimin sonraki zamanda geriye bakıldığında o an için fark edilmese bile hayırlı bir şey olduğunu bakmayı bilen gözler görecektir. Bu yüzden önemli olan o deneyime nasıl göğüs gerdiğimizdir. Bu gibi durumlarda yaşananlar karşısında öfke, nefret, hırs, öç alma duygusu, pişmanlık, vs gibi olumsuz duygularla tepki veren çok insan vardır. Bu kurban sendromu”dur ve her şeyin suçlusunu dışarıda arayan yargılayıcı bir zihin haritasıdır. Bu tür bir yaklaşıma sahip insanlar çevresindekilere bu iç mutsuzluklarını kaba davranarak ama sonra özür dileyerek, kırıp dökerek ama hiçbir şey olmamış gibi davranarak, zorbalık yaparak ama farkına bile varmayarak, pasif agresif direnerek ama sonra dolaylı ve anlaşılması zor yollarla telafi etmeye çalışarak, tamamen geriye çekilmeyip ve açıklama yapmadan pasif ve durgun kalarak karşısındakini cezalandırarak ama sonra hiçbir şey yokmuş gibi bir anda çiçek-böcek moduna dönerek gibi yollarla yansıtırlar.
O deneyim yaşanacaksa kaçışı yok dedik. “Karşılaşmalar Oyunu” başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, öğrenilmeyen her sınav tekrar kendisini farklı ortamlarda, farklı karakterlerle bezeli bir şekilde tekrar ortaya çıkartıyor. Örnek olarak o an iş yerinde başına gelen haksızlıklardan ötürü mutsuz ve kırgın olan bir kişiyi ele alalım. Başına daha ilk gelen olaylarla birlikte hemen düşünmeden ve neyin eden olduğunu anlamadan hareket eder, tepki verir, hatta işten ayrılırsa mutlaka o an kaçtığı durum farklı isimdeki kişilerin içinde bulunduğu farklı bir ortamda ama AYNI SINAV ile karşısına tekrar gelir. Ali ile yaşadığı sorun benzer bir durumda Ayşe ile yaşanır. Sahne ve kişiler değişir ama öğrenilmesi gereken dersler değişmez. Geçmişe dönüp yaşadığınız olaylara dikkatlice bakın, göreceksiniz. Bu yüzden yukarıdaki Anadolu halk deyişini seviyorum... “Allah insanın canını alacak olsa, rıskını alır”. İnsanın dünyadan alacak bir dersi kalmayınca, Hakkın yoluna o an erer gider.
Tabii ki yaşanan her olay karşısında pasif durmak değildir bu. Bazen öyle anlar vardır ki, tek doğru çözüm karşı atakta bulunmaktır, mücadele etmektir zira zorbaların anladığı dil tevazu değildir. Bu gibi bir durumda da kişi kendi kimliğini bozmamak için rolünü oynamalı ve kırmızı çizgilerini çekerek bunları geçirtmemelidir. Karşınızdaki kişiye AYNA tutmak o an ona en büyük faydadır.
Hayatta her şey ama her şey zıtlıklarla örülüdür. İyi-kötü, sıcak-soğuk, güzel-çirkin, aşağı-yukarı, geniş-dar, uzun-kısa vs vs. Bu liste uzar da gider. Big Bang ile evrenin ilk oluşumuyla beraber ilk hareketin başlamasıyla birlikte zıtlıklar hayatı etkilemektedir. İlk hareket ile birlikte de zıtlıklar arasındaki salınım başlamıştır. Zaman da o an akmaya başlar. Sarkaç evren tekrar içine çekilip yok olana dek sürecektir. Sarkacın durmasının tek yolu zıtlıkların edebi birliğe kavuşmalarıdır ki bu da Srimad Bhagavatam’da anlatılan Brahma’nın gecesidir. Evrendeki mutlak düzen bu zıtlıklar arasındaki dengeye ve onlar arasında Hint Felsefesi’nde 3 gunayla (raja-tama-sattwa, yani etki-tepki-denge) temsil edilen harekete bağlıdır. Bu yüzden her zaman olumlu şeylerin olmasını hayattan bekleyemeyiz.
Yin Yang ile sembolize edildiği gibi her iyinin içinde kötü, her kötünün içinde iyi vardır. Ve Yin Yang sembolünün daire içinde olması evrendeki her daim iyi-kötü arasındaki döngüyü, hatta daha güzel tabiriyle zıtlıklar arasındaki gelgiti temsil eder.  Her iki uç arasında salınım olacaktır, yaşananlar yaşanacaktır ve döngüsellik mutlaktır. Bu yüzden olumsuzlukların olmamasını beklemek evrenin bir anda yok olmasını dilemek gibidir.
·         Özetle karşımıza çıkan zorlukları KABUL ETMEK gerekir. Bu kabul yargılayıcı bir zihnin kabulü değil, her şeyi bir öğrenmek için fırsat gören deneyim aşığı bir bebeğin kabulüdür. Allah’tan geleni her şekilde kabul etmektir bu. 
·         Bir sonraki adım ise yaşanan durumun koşullarını anlamaktır. Her olay onu doğuran koşullar ile değerlendirilmelidir.
·         3ncü konu ise başa gelen olaya vereceğimiz tepkiyi seçmektir. Körlemesine değil bilinçlice yapılan bir seçimdir bu. Gandhi gibi agresif olmayan ama etkili bir tepki de olabilir, ya da zorbaya atılan bir fiske de ya da orta nokta bulmak için müzakere etmek de.
·         4ncüsü zorluklar karşısında yılmamak ve zorlamaktır. Bunu güçlü, sağlıklı ve dayanıklı olmak amacıyla spora başlayan birisinin örneği ile anlatmak istiyorum.  Spora başlama kararını almak bile başlı başına zor bir karardır. İlk zamanlarda büyük bir keyif ile alınan karar, spora başlayınca ham bedenin direnmesi ve zorladıkça yorulması, kasların ağrıması ile hoşnutsuzluğa dönüşür. Akşam yapılan spor sırasında salon iş çıkışı aşırı dolu olabilir. Hatta sabah erken saatlerde horozların öttüğü saatlerde kalkıp spora gitmek bir azap haline de dönüşebilir. İlk etapta bahane bulunur ve etkiye tepki veren Fizikte’ki eylemsizlik yasası gereği bir kaç deneme sonrası spor faaliyeti biter. Bu ilk hareketin devam etmesi için Gurdjieff’in “2nci şok” tabir ettiği bir yılmamak ve devam etmek hali vardır ki bu ilerlemenin ve gelişimin sırrıdır. Spor yapan birisinin ilk 20 dakikadan sonra yap yakmaya başladığı söylenir. 20 dakika bu örnekteki insan için temeldir. Bunun üstüne çıkıldıkça sporun yağ yakmaya dönük faydaları elde edilir. Ve bir an gelir ki kaslarınız yorulur. İşte o an tam da bırakılmaması gelen bir andır. Bu noktada bırakmamak kaslarınızı koparmaz. O an yapılan her bir artı hareket o ana kadar yapılanlardan daha değerlidir zira konfor alanının dışına çıkılmıştır. O mucizevi anlar işte gelişimin anahtarıdır ve o yüzden sporcular bu anları iyi kullanır ve limitlerini aşarlar. Ama bunun da tatlı noktasını bilmek gerekir ki her şey tatlı devam etsin. Bu örnekten alınabilecek şey şudur; zorluklar karşısında mücadele etmek ve yılmadan çabalamak. Korkuları yenmenin en iyi olu korkunun üstüne gitmektir. O seni fethetmeden sen onu fethet.
Yaşamınızda her an sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın, ahenkli ve dengeli olun.
Sevgiler,
Kenan