23 Mayıs 2014 Cuma

SORUYORUM öyleyse varım

“Sorgulanmamış bir hayat süren insanların hayatı kendi ellerinde ya da kendi kontrollerinde değildir; onların denetimi dışarıdan gelmektedir.” - Sokrates
“İnsanın nasıl yaşaması gerektiği sorusu üzerinde düşünmemesi, onun değersiz ve dolayısıyla mutsuz bir hayat sürmesiyle eş anlamlıdır” – Sokrates
“Düşünüyorum, öyleyse varım.” - Descartes

Batı Felsefesi’nin önemli filozoflarından Rene Descartes 500 yıl önce “düşünüyorum, öyleyse varım” demiş. Felsefeyi gökten yere indiren, yani felsefeyi insanın kullanımına sunan Sokrates’den sonra felsefede 2nci büyük devrimi yaptığı yazılır. Hep hatırlanan bu sözü ile birçok kişiye “kendini bilme” yolculuklarında ilham vermiştir.
Ben ise bugün bu sözü şu şekil değiştirmek istiyorum....”SORUYORUM ÖYLEYSE VARIM
Maalesef toplum olarak dinleme becerilerimizin zayıf olduğu bir kültürde yaşıyoruz. Çevremizdekiler bizimle konuşuyor ama duymuyoruz. Sıkça karşımızdakinin ne söylediğini dinlemiyor ve araya girip söz kesiyoruz. Ya da dinlemiş gibi yaparak başka şeyler düşünüyoruz, ya da karşımızdaki sözünü bitirince ne söz söyleyeceğimizi düşünüyoruz, ya da o konuşurken dalıp gidiyor ve gündüz düşleri kuruyoruz. Yani bir anlamda modern bilimin etkin dinleme dediği şeyi yapmıyoruz.
Etkin dinleme becerisine sahip insanlarla iletişimde olan kişiler, etkin dinlemenin anlatan kişi için ne büyük bir nimet ve lütuf olduğunu bilirler. Etkin dinlemek bir zanaattır çünkü. Hatırlayın Mustafa Kemal Atatürk’ün vatandaşlarımızdan birini nasıl dinlediğini gösteren o muhteşem resmi. Nasıl bir dikkat, ilgi ve meraktır o? Nasıl bir içsel güçtür o? Allah hepimize nasip etsin...
Ancak etkin dinleyen kişilerin hepsi soru sormaz ve sizin realitenizin soru sorark parçası olmazlar. Çünkü olmak istemezler. Etkin dinlemek anlatanın açılmasına yardımcı olur, ama anlatan kişi kendi iç sıkıntısı ya da mutluluğu ile o bir duygu yoğunluğu yaşar. Ve bu yoğunluk sebebiyle de anlattıklarını mantıksal bir silsileye koyamaz. Ya da kendi anlattıklarına dair objektif olamaz.
İşte bu yüzden sadece etkin dinlemek yterli değildir. Modern yaşamda “koçluk” kavramında olduğu gibi size doğru ve güçlü açık uçlu sorular soran, bu  sorularla sizi düşündüren ve soru sorarken objektifliğini bozmadan, ne kendi aklının özgürlüğünü elden bırakan, ne de size bıraktıran bir kişi gerçekten bir velinimettir.
Burada koçluk kavramına girmeyeceğim. Bahsetmek istediğim, size dinlemenin ötesinde size sorular sorarak sizi farklı düşündürmeye iten, sizi etkilemeye çalışmadan sorularla size kendi çözümlerinizi üretmenize yardımcı olan kişilerin yaptığı katkıdır.
Bu neden önemli? Çünkü bu tür sorular soran kişiler sizi dinleyip bir kenara çekilip, sizi unutup gitmezler. Genellikle Anglo-Sakson kültürlerin bireysel olmaları sebebiyle Avrupa ve Kuzey Amerika’da gördüğümüz etkin dinleme becerisine rağmen, anlatılanın parçası olmama durumu, insanların derin bir sosyal iletişim ve dostluk kurmasını engeller. Hatta kişiler arasında güven, sadakat ve vefayı da etkiler.
Size soru soran kişi o an sizinledir. Çünkü yeni konuşmaya başlayan bir çocuğun dünyayı yeni keşfetme heves ve merakıyla sorular sorması gibi, size merak ve ilgiyle sorular sorar, düşündürür. Bu yüzden de o an sizinledir ve sizin realitenizin parçasıdır. Ne sizi yargılar, ne de yorum yapar. Sadece sizi farklı düşünmeye sevk eder. Size ve özgür iradenize müdahale etmeyecek denli naziktir. Size bir şey dikte ettirmeyecek kadar öngörülüdür. Duygusal boşuklarınızdan yararlanmayacak denli adil ve dürüsttür. Ve o yüzden de vardır. O an sizin için vardır. Ve bu kişi ilk defa otobüste yanına oturduğunuz ve tanıştığınız bir yaşlı hanımefendi bile olabilir.
Etkin dinleyenler de önemlidirler, ama sohbet sizi bitirince biter ve sadece güzel dinlenmiş olmanın verdiği duygusal rahatlama geride kalır. Ama etkin dinlemenin ötesinde size sorular sorup sizinle var olan birisinin sizde açtığı kapılar sizde gerçek dönüşüm ve değişimi sağlar. İşte bu yüzden de bu sohbet ağızda hoş bir tat bırakır, zihinde doyum sağlar ve gönüllere huzur verir.
Fakat etkin dinleme becerisini, güçlü ve etkili sorular sorma becerileri ile harmanlamış kişiler bir sonraki sohbette sizinle konuştuklarını hatırlamadıklarında diğer kişi de bir durukluk yaratır. Öyle hatırnaz ve ilgili insanlar vardır ki, her sohbette bir önceki sohbetin önemli unsurlarını hatırlar ve ne yaptığınızı, nasıl gittiği sorarlar. Aile durumunuza kadar sorarlar. Hatta bazen siz onun sorduklarını ona sormamış olmaktan ötürü onun erdemi altında ezildiğinizi hissedersiniz.
Daha da önemlisi bu tür insanlar her insandan bir şey öğrenirler. Hayatta her şey onlar için bir öğrenme kapısıdır. Her şey bir fırsattır. Ve her şey onlara mürşiddir.
İnsan tek başına değil bir toplum içinde yaşayan bir varlık. Hangi iletişim seviyesinde olmak istediğimiz ise bize ve seçimlerimize bağlı. Vezir de olabiliriz, rezil de. Seçim bizim.
O yüzden insanların hayat yolculuklarında alelade ziyaret ettikleri bir silik istasyon olmayın. Sorun, öğrenin, feyz alın. Düşündürün ve farklı kapılar açmalarına yardımcı olun. O zaman silik değil net hatıralar olarak zamanın sert rüzgarlarına direnir, belki de birilerini etkileyerek ölümsüz bile olursunuz. 2 dakika bile birlikte olduğunuz bir kişide fark yaratabilirsiniz. Bunun için o kişiyle birlikte var olmanız lazım. Varolmak için soru sormak lazım. Soru sormak için merak lazım.
Sevgiler,
Kenan

16 Mayıs 2014 Cuma

Eylemde denge ve güzellik

Yaşam bir oyun, bir tiyatro ve sen de bir oyuncu
Yaşamda ne pas pas ol, ne de zorba
Ne ezil, ne de ez
Sen sen ol, hep dengede ol, dengede kal
Denge noktası bilgelik  noktası, denge ariflerin hali
Ama yaşamdaki ve eylemdeki dengeyi mutlak denge ile karıştırma sakın
Mutlak denge bir tek O’na mahsus, tek ve Bir olan Allah’a
İnsana mahsus olan aşırılıklardan uzak, denge noktasına en yakın asgari salınımda kalabilmek
Unutma ki hayat insanı aşırılıklarıyla sınar ve törpüler
Bu yüzden...
Fikrinde ve zikrinde ölçülü, toleranslı ol
Neyi yapacağını bildiğin gibi, nasıl yapacağını da.
Her daim doğru olanı yap...
Ve dilerim ki, doğru seçimleri yapmak için akıl ve hikmet sana bahşedilsin
Nerede, ne zaman, nasıl ve ne yapacağın konusunda akıl ve hikmet pusulan olsun
Doğru olanı yapmak için ise kuvvet ve kudret sahibi olasın
Bazen gereken kuvvete ve kudrete sahip olsan bile, kendi isteğinle geri adım atıp sabredilesin. Ve bunu memnuniyetle yapasın.
Bazen de gereken kuvvet ve kudrete sahipken bile, bunu kullanıp bir şövalye gibi insanlık adına hizmet edebilesin. İyilik ve doğruluk için savaşırken bile erdemine sahip olasın, nefsine hükmedebilesin
Ama ne yapıyorsan yap, yaptıklarını güzellikle süsle
Kuvvetli olsan bile geri adım atıyorsan bunu güzellikle ve zarafetle yap
Kuvvetli değilsen ve şartlar gerektiriyor diye katlanmak zorundaysan da yine bunu güzellikle ve zarafetle yap. Ne şikayet et, ne de “keşke de”. Sadece elinden geleni yap, tevekkül et.
Kuvvet ve kudrete sahipken ve bir de şartlar da senin arkandaysa, evren seni destekliyorsa, ama sen hareket etmemeyi seçiyorsan yine bunu güzellik ve zarafetle yap. Sağ elin sol elinin ne yaptığını bilmemesi gibi bunu yap.
Kuvvet ve kudrete sahipken ve bir de şartlar da senin arkandaysa, evren seni destekliyorsa, ve sen bir şövalye gibi iyilik ve doğruluk için başkaları için savaşıyorsan da, o zaman yine bunu öyle bir güzellike ve zarafetle yap ki, erdemin ışık saçsın, her yöne yayılsın
İşte o yüzden her ne yapacaksan, akıl ve hikmetle başla, kuvvet ve kudret ile ilerle ve güzellik ve zerafet ile bitir ve süsle.
Sevgiler,
Kenan

29 Nisan 2014 Salı

Meditasyon ve maymun zihne hakimiyet

Bir kaç dakikalığına bile kendinizi tek bir konuyu düşünmeye odaklayın. Göreceksiniz o süre sonunda düşündüğünüz konudan uzaklaşmış, başka şey düşünüyor olursunuz. Zihniniz ilk fikirden bir yan fikre atlar, o da bir yan fikre atlar… Ve bu böyle sürüp gider.

Sanki zihninizde bir maymun vardır. Her ağacın farklı muzlarının cazibesine kapılıp elindeki muzun daha tadını bile almadan elinden bırakan ve yan ağaca atlayan muzip bir maymun. Bu maymunun adı düşüncelerdir. Zihin ise orman.İşte bu yüzden maymun zihin kavramını kullanıyoruz.

Aynı durum insan konuşurken de geçerli. İnsan zihni konuştuğundan 4 kat daha hızlı düşünüyor ve düşünce konuşma becerimizden önde gidiyor. Bir de dilin imkanlarının düşünce tohumlarının her detayını anlatmadaki kısıtlarını da eklersek, iş daha da zorlaşıyor.

İnsan zihni sessiz değildir. Dalgasız bir okyanus gibi değildir. İnsan zihni, duyguların rüzgarları karşısında bazen az dalgalı ve mutedil, bazen kabaran dalgalarıyla haşmetli bir okyanus gibidir. Zihin eşsiz bir derinliğe ve hazinelere sahiptir; ama çok az kişi böyle derin ve değişken ve de çalkantılı bir okyanusta yüzmeye cesaret eder. Çok azı bunu dener. Çok daha azı bunu başarır. Çok çok daha azı da bunu dönüp başkalarına öğretir. Çok çok çok daha azı ise öğrettikleriyle başkalarına aynı yolu yürümeleri için ilham verir. Ve çok azı yola yeni çıkanlara yol gösterir.

Peki; böyle bir değişken zihin susturulabilir mi? Bu maymun zihin sizi maymun etmeden kontrol altına alınabilir mi?

Zihni susturmak iddialı bir konu. Zira evren dualite (eril ve dişil güçlerin medceziri) üstüne kurulu ve zihin de kıyaslamalarla çalışıyor. Sıcağı soğuk olmadan anlamak mümkün değil. İyiyi de kötü olmadan. Karanlık bile ışığın var olmaması durumu.

Önemli olan bana göre dualist bir evrende yaşarken teklik bilinciyle düşünebilmek. Çünkü seni çevreleyen unsurlardan ve realiteden kaçamazsın, kaçmamalısın da. Kaçmamalısın çünkü bunu yaşamayı sen seçtin. Öğrenmek ve tekamül etmek için seçtin.

Yapacağın tek şey onu algılamanı değiştirmek. Bu ne demek peki? Her birimiz doğum ve özellikle doğum sonrası 0-7 yaş döneminde geliştirdiğimiz algı filtrelerimizle hayata tepki veriyoruz. Her insan biricik, eşsiz ve farklı. Bu yüzden ikizler bile aynı durumda, koşulda farklı tepkiler veriyorlar. Olayları, koşulları, insanları olduğu gibi kabul ve yargısızlık hali ise algı filtrelerini değiştirmek demek; yani gelen etkiyi algılama şeklimizi değiştirmek.

Zihnin sessizliği konsantrasyonun üst basamaklarından birisi. Zen Budizm’inde de özel bir süreç olan hiç düşünce hali yani. Bu hali tanımlamak için Ernest Wood, konsantrasyon, meditasyon, tefekkür olarak 3 aşamadan bahseder. Yoga’nın kurucusu atfedilen Patanjali ise Yoga Sutraları adlı eserinde Dharana, Dhayana ve Samadhi olarak üçlü aşamadan bahseder.

Meditasyon ile maymun zihni susturmak ve sezgi kanalıyla ilhamlara açık olmak farklı şey; hayatın her anını yaşarken maymun zihne hakim olmak başka şey. Bence  maymun zihne hakimiyetin ilk basamağı ise zıtlıkların var olduğu bir yaşamda teklik bilinci ile yaşamaktır. Bu, duyuların algıladığı şeyleri zihninin yargı ve algı filtrelerinden geçirmemesi demek. Çünkü dualist süreç ile çalışan zihin, girdileri anlamak, sınıflamak ve yorumlamak için zaman ayırır. Hatta o kadara çaba sarf eder ki zihniniz bir düşünce çöplüğüne bile dönüşebilir. Sessiz zihinde ise olduğu gibi kabul var ve sadece o an var, akış var. Bu bir tanık zihniyeti hali.

Şimdi bunu sağlamak için bizlerin dıştan ve içten gelen bozucu etkileri bertaraf etmemiz lazım. Yine "etkilenmeme sanatı”ndan bahsediyoruz işte.Dıştan gelen etkilere müdahale etmek zor. Dağa mı kaçacaksın? Kaçsan ne zayar, normal insana şehirde nirvana lazım. O yüzden yine algı filtrelerini temizleyeceksin. Yoga'da 5nci aşama (Prathayara) olan duyu kontrolünü yapacaksın. Bu da yine algı filtreleri ile alakalı. Yani senden bir başka sen yaratmalısın ki, sana gelen etkilerin ortaya çıkardığı tepkilerin temeli olan paradigmaların değişsin. Etkilenmeme sanatı fizik ve duygu boyutuna sahip. Yani "önce değiştirebildiğin şartları değiştir, değiştiremediklerini ise kabul edip kendini uyumla". Bunu yapınca sessiz zihin haline geçmeni engelleyen unsurlar ortadan kalkar. Ama bu maalesef kısa bir süreç değil. Ciddi çaba, azim, disiplin, sabır, sebat, iman ve kısmet lazım. Kısmet ile hak ediş ile alakalı.

Sevgiler,
Kenan

26 Şubat 2014 Çarşamba

Yaşam bir Maskeli Balo

”Aynaya baktığınızda suçluluk duyuyorsanız, gerçekleri öğrenmişsizsiz demektir.”
 V for Vendetta
"Küçük bir kızken tanıdığımız yaşlı ve bilgin biri bana şöyle demişti: 'Daima kendin ol. Kimseyi taklide çalışma! Tanrı filleri yaratmıştır, ama aynı zamanda tavşanları da.' O zaman bu sözlere pek inanmamıştım. Çünkü benim gözlerimi boru gibi sesleriyle filler doldurmuştu ve ufacık tavşanları göremiyordum bile. Fakat şimdi yaşasın filler ve yaşasın tavşanlar diyebiliyorum."
Rosemery Cobham

Yaşadığımız Dünya muhteşem güzelliklerle bezeli bir gezegen.
Hatta o kadar güzel ki...
Biz Dünya’da yaşamı oluşturan koşulların tüm evrende bize özel ve tek olduğuna binlerce yıldır inanmışız. Tersini söyleyeni de suçlamış, yakmış, cezalandırmışız.
Şunu diyebilirsiniz!!
Peki, neden bunca sorun, kargaşa, kötülük var bu Dünya‘da o zaman?
Evet. Maalesef var...
Ancak dikkatle bakarsanız;
Göreceksiniz ki....insanın kendi bakış açısıdır bu Dünya’yı iyi ya da kötü yapan...insanın eylemleridir bu Dünya’yı iyi ya da kötü yapan.
İnsanı bırakalım ve doğal yaşama bakalım.
Hayvanlar birbirlerini öldürüyor. Bu nedir acaba?
Dünya gözüyle bakarsak bu da iyi ve hoş değil...
Ancak doğal yaşamın birbirine örülü ve bağlı dengesi bir beslenme zinciri getiriyor.
Bunun adı “karşılıklı bağımlılık”. Evrensel bir ilke bu. Dünya’daki doğal yaşama izdüşümü de bu.
Bu beslenme zinciri içinde de hayvanlar sadece ihtiyacı kadar besleniyor.
Ama insan ne yapıyor?
İnsan kendi çıkar, arzu, ihtiras, hırs, zevk, hazları için de bunları yapabiliyor.
Kendi emelleri için beslendiği Doğa Ana’yı kirletebiliyor.
Bu yüzden bana göre...
Yaşadığımız her şeye rağmen Dünya harika bir yer...hatta daha ileri gideyim, Dünya Tanrı’nın yaradımları arasında bir cennet.
Onu kötü yapan bizleriz.
Elmayı yemişiz bir kere. Atılmışız Aden’in Bahçesi’nden.
Bu Dünya aslında o kadar da zor bir yer değil aslında!!!??
Neden mi?
Çünkü herkes aslında maske takıyor ve kendisi gibi olamıyor.
Dünya maskeli baloya sahne olan bir tiyatro sanki.
Doğum ile birlikte mizaç, genetik miras ve karmadan oluşan bir hardware ile dünyaya geliyoruz.
Can ten kafesine bürünüyor...Zaten bu noktada ilk BÜTÜN ve TAM halimizden uzaklaşmış oluyoruz.
Sonra da kişilik yazılımının yazılmasıyla birlikte sahte bir kişilik geliştiriyoruz.
Romalıların “persona” dedikleri maskeler işte bu sahte kişiliklerimiz.
Zira;
Sahte kişilik bizim özümüz değil. Dünya ortamında çevre koşullarıyla şekillenen kişiliğimiz bizim çocukluk kararlarımız ve savunma mekanizmalarımızdan oluşuyor.
Herkes maske takıyor...düzen böyle.
Maskelerden kurtulabilen ise çok az. Bu zorlu bir yol ve yolculuk. “Seyrü Süluk” herkese göre değil. Zaten herkes de bunu istemiyor.
Ne güzel olurdu bu maskelerden bilinçli olarak kurtulabilsek?
O zaman maskeli baloya gerek olur muydu?
Maskeler olmayınca yanlışlar ve yanlış anlaşılmalar olur muydu?
Maskesiz olmak amaçsız, isteksiz olmak demek değil...
Bilge olmak veya veli, ulu olmak da değil.
Maskesiz olmak kalkanları kaldırmak ve kendin olmak...
Yakın zaman liderlik kitaplarında...
“Otantik liderliği” tanımlayan sıfatlardan birisi olan...
İncinebilir olmak, şeffaf olmak, içi dışı bir olmak bu.
İçteki ışığın dışarı çıkmasına izin veren olmak demek.
Neden olmasın ki?

Sevgiler,
Kenan Kolday

Copyright © 2014  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

21 Şubat 2014 Cuma

DIŞTAN İÇE, İÇTEN DIŞA

“Kaldır kendini aradan, çıksın ortaya Yaradan” – Erzurumlu İbrahim Hakkı

İnsanın kişisel gelişimi nasıl olur?” sorusuna benim vereceğim en kısa yanıt...
Önce dıştan içe olur, sonra da içten dışa...şeklinde olur.
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki her şey elimizin altında. Her tür bilgiye bir tık ile ulaşmak mümkün.
İşte!!
Bu yüzden de bilgi kirliliği içinde hala doğru bilgiye ulaşmak zor. Belki de eski kadim zamanlar kadar zor.
İnsanlık binlerce yıllık bilinen ve yazılı tarihinde ürettiğinden kat be kat fazla bilgiyi son 150 yılda...
hatta son 50 yılda üretti.
Ancak yine bu bilgi otobanının merkezinde yine insan var.
Peki insan bu dünyada neden yaşar? İnsanın bu dünyaya geliş amacı nedir?
Farklı filozoflar, farklı öğretiler, farklı inanç sistemleri buna farklı cevap verirler.
Ancak, bana göre her şey yaşadığımız evrende tekamül için vardır.
Zira, evrendeki her şey hareket Big Bang ile ilk etki sonrası hareket halindedir. Her şey dönüşüm halindedir.
Bu dönüşümün amacı...varlıkların tekamülü. Hayat zıtlıkların gül bahçesinde insanı test eder ve onu ona buldurur.
Gelişim öğrenmek ile başlar. Zira bilmek-yapmak-olmak yolu ilk öğrenmek ile başlar.
Ne demiş Hz. Muhammed’e görünen Cebrail?...”OKU”, “Allah’ın adıyla oku”.
Peki öğrenmek ile öğrendiğini içselleştirmek aynı mıdır?
Kesinlikle hayır. Zaten bu kadar olsa bu hayat tiyatrosunda bunca zorluğa gerek var mı ki?
Martrix’teki gibi taksınlar fişi, öğren o zaman.
Bilgi çok farklı ve çeşitli kanallardan insana akar.
Öğrenmek ise sana gelen bilgiyi akıl vasıtasıyla işlemek, yorumlamak ve sentez etmekle...
VE sonra da öğrendiğini hayatın tam içinde, tam ortasında, tam göbeğinde...
Uygulayarak öğrenmekle olur.
Hayat okulunda eylemlerimizle yaşarız ve eylemlerimizin sonuçlarından öğreniriz.
Bu yüzden hata yoktur, sadece deneyim vardır.
Bilmek-yapmak-olmak yolunda, olmak  “nefes alır verir gibi yapmak” noktasıdır.
Aynı bisikleti düşe kala sürmeyi öğrenen çocuğun...
Aylar sonra sokakta ellerini bile bırakarak...
“Pedalı nasıl çeviririm?”, “gidonu nasıl doğru tutarım?” diye düşünmeden...
Hatta yanındaki çocuklara laf atıp espri yaparak çabasız sürmesi gibidir...
Çim kadim felsefesi Tao buna “Wu Wei” der. Bilmeden bilmek, yapmadan yapmak, olmadan olmaktır bu.
Yani...
İnsan öğrenirken süreç dışarıdan onun içine doğrudur...
Her şey ona akar ve o da sünger gibi çeker.
Tabii ki bir arayışı varsa...
Arayışı olmayana ne verseler o almaz.
Ama gün gelir kişi, “hamdım, piştim, yandım” basamaklarından yandım aşamasına gelir...
İşte o zaman artık içi dışı bir olur...
Ve içinde neyse o güzellik, o zarafet dışarıya yansır, dışarıya akar.
Bu noktada insan Yaradan ile arasındaki sınırları, kalkanları, maskeleri kaldırmıştır.
O kişinin karakter asaleti ve bilgeliği bir bakışta anlaşılır.
Önce çırak sonra üstad olacaksın ki dıştan içe sana akan artık sende dışa aksın...
O zaman işte ışık olur, her gölgeyi aydınlatırsın.
Sevgiler,
Kenan Kolday

Copyright © 2014  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

14 Şubat 2014 Cuma

Mutsuz insan yoktur, hayalleri olmayan insan vardır




Hayaller ve mutluluk....
Ne hoştur mutlu olmak. İnsanlar hep mutlu olsun isterler ve hayallere dalarlar. Güzele, mutluluk verene koşarlar.
Hepimizin küçükken hayalleri vardı....
Süpermen gibi güçlü, kuvvetli olmaktan tutun da Örümcek Adam gibi duvarlarda yürümeye.  Ya da doktor olup insanları iyileştirmeye. İnşaat mühendisi olup gökleri delen kuleler koca inşa etmeye. Atatürk gibi olup vatana, millete hayırlı olmaya dek bir sürü hayalimiz vardır.  Hiçbirisi imkansız değildi, imkansız görünmezdi bizim küçük gözlerimize.
Bizim nesil büyük annelerimizden savaş zamanı hikayeleri ve o zamanların kanaat, ölçülülük, saygı, saflık, alçak gönüllülük ve tevazu hikayelerini dinlerdi. Bir de dedelerden Osmanlı zamanlarından kalma kahramanlık hikayelerini. Hep bir Ulubatlı Hasan olmak isterdik biz erkekler. Ya da o eski Türk filmlerinde seyrettiğimiz Kara Murat olmak. Ya da Hazarfen Ahmet Çelebi gibi Galata Kulesi’nden kanat takıp uçmak, uçsuz bucaksız gökyüzünün enginliğine özgürce dalmak...
Ne güzel günlerdi o günler...
Hayaller önemlidir insan hayatında. Hayaller bizi biz yapan şeylerin parçasıdırlar.
Ancak bir gün bir şey olur ve o hayalleriyle dolup taşan, onları amaç edinen çocuk bir şekilde bırakır o hayallerini; aynı paltosunu otobüste unutarak eve dönen çocuk gibi. Aklından çıkar gider. Unutma döngüsüne girer. Geriye de bakmaz eğer tekrar bakabilecek kadar uyanmamış ise.
Peki nedir bu hayallerimizi bizden alan? Nedir bize hayallerimizi unutturan? Nedir..?
Önceki yazılarımda 0-7 yaşın insan yaşamındaki önemini ve her yetişkin insanı oluşturan kişilik unsurlarının %78’inin bu dönemde edinildiğinden bahsetmiştim. Yani bu dönem eğitim için çok önemli.
Bir çok insan hayallere inanmaz. Başkalarının hayallerini de karalar. “O olmaz”,  “Bu imkansız”, “Akıllı ol”, “Bu mantıksız”, böyle saçmalık olur mu?” gibi ifadelerle hayalleri boşa çıkarırlar sanki başkaları kendileriymiş gibi. Kendi mutsuzluklarını başkalarına dayatır bu insanlar. Herkesi kendi çaplarından zannederler. Dünyada tek bir yol var sanırlar. Zaten kendi kendilerini de sabotaj eder bu insanlar.
Ama kızamıyorum ki onlara...
Onlar da bunu görmüşler anne ve babalarından, ailelerinden, çevrelerinden, öğretmenlerinden, işverenlerinden, patronlarından. 7 nesil ne öğrendiyse aktarmış onlara. Onlar da öğretilen oyunu körü körüne oynar olmuşlar. Armut dibine düşer olmuş her ağacın.
Bu aynı özgürce büyümekte olan bir ağacın üstüne, ağacın büyümesini engelleyecek şeffaf bir cam fanus koymak gibi. Çocuk cam fanusu fark etmez ve kendi özgür iç dünyasını dışa vurmak ister, ama bir bakar ki görünmez duvarlar engeller onu. Bu görünmez duvarlar eleştiri, yargılama, şartlandırma, cezalandırma gibi şeylerdir.
Sakın ha, lütfen bu dediklerimi cezalandırma ile karıştırmayın. Disipline etmekle de.
Dediğim şudur...İnsan mutlaka bir disiplin ortamında olmalı ki sınırlarını bilebilsin. Ama hayallerinin sınırsızlığını da bilsin.
İşte böyle dostlar....
O özgür, uçsuz bucaksız hayallere sahip çocuk gider ve yerine sürü insanının hoşuna giden, aynı onlar gibi basmakalıp olan, o cici, hanımefendi veya beyefendi, emir-komuta altında tam istenildiği gibi davranan, kendisi olmaya korkan bir çocuk gelir.
İnsan kendi elleriyle o yaşlarda farkında olmadan teslim eder özgürlüğünü, hayallerini ve mutluluğunu. Bir daha da kolay kolay uyanamaz bu “orta oyunu”ndan. Hint Felsefesi’ndeki yanılsamalar dünyasını anlatan Maya bir tül daha çekmiştir onun üstüne. Bu tül göze değil akla çekilmiş bir tüldür.
İşte bu yüzden diyorum ki...
Mutsuz insan diye bir şey yoktur; sadece ve sadece hayalleri olmayan insan vardır. Hayallerini unutmuş ve onları tekrar bulamamış ve hayallerini hayat tutkusu ve coşkusunu tetikleyecek şekilde tutuşturamamış insan vardır.
Hayalleri olmayan insan amaçsızdır. Rüzgar önündeki yapraktır. Ne kendisinin farkındadır, ne de çevresinin, ne hayatın, ne de Dünyanın, ne de evrenin. 5 duyusu tam ve doğru çalışan ama körü, sağır, dilsiz yaşayan bir mahluktur. Hayatı bir görev gibi yaşar. Bir robot gibi düşünmeden gelen etkiye tepki verir ve tepkileri ve baskısı güçlü olanın kazanmasını makul zanneder sanki Afrika’nın Serengeti düzlüklerinde yaşıyormuş gibi.
Sorarım amacı ve hayalleri olmayan insan ne yapar? Kendini nasıl aşar ki?
Mutluluk kendini aşmakta saklıdır. Bu hayatın amacı tekamüldür ve tekamül ise ilerlemek, insanın kendi inşa ettiği ülkü mabedine her gün bir önceki güne ek yeni tuğlalar eklemektir. Bunu yapamayan insan ise statik olur. Evrende her şey bir değişim ve dönüşüm halindedir ve statik olmak zaten hayatın amacına terstir. Bu insan 20 yaşındayken yaşayan ölü olur. Mal, mülk, mevki, paye peşinde kendi arzu ve ihtiras atlarının çektiği arabaların peşinden bilinçsizce koşup gider. Ya da hata yapma ve kaybetme korkusu ile yerinde sayar ve neler kaçırdığını bilemeden bitki gibi yaşar gider.
Siz hangisi olmak istiyorsunuz?
Sevgiler,
Kenan

Copyright © 2014  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

8 Şubat 2014 Cumartesi

Gücün 3 Yönü

Güç...Bu nasıi bir şeydir ki, insanlık tarihi boyunca kadın, erkek hepsi onun peşinden koşmuş. Bir çok film onun için yapılmış. ne savaşlar verilmiş, ne büyük şeyler bu uğurda feda edilmiş. 
İçinden kopup geldiğimiz ve doğum ile kaybettiğimiz o muhteşem BÜTÜNLÜK ve TEKLİK'e duyulan dünyasal özlem, bize hep gücü ve güçlü olmayı aratmış. 
O kopuşun sonucu ruhun maddesel hayata uyumlanması süreci ve bunun getirdiği şok, bizleri eskiden o tam ve bütün olduğumuz zamanlara dair önüne geçilmez bir özlemle doldurmuş. Bu yüzden de ruhani gücümüzün hayal meyal hatıralarıyla bu dünyada ayakta kalmak için güçlü olmak zorunda hissetmiş insanoğlu. 
Nasıl da olmasın ki? Abraham Maslow'un ünlü İhtiyaçlar Hiyerarşisi'ne bakınca en altta temel ve fizyolojik ihtiyaçlar var. Farz edin ki bir ormana düştünüz ve sizi bulana dek hayatta kalmanız lazım. O anda yemek, barınmak, güvenlik gibi temel ihtiyaçları mı düşünürsünüz, yoksa kendinizi gerçekleştirmek mi? Fakir bir insan önce neyi düşünür? Hele bir de bakacak bir ailesi varsa.
Hele bir de doğum sonrası insan bir kişilik edinmiş ki, işte o zaman bağlanmış tamamen dünya düzenine ve kişiliğine göre bir ayakta kalma stratejisi belirlemiş.
Gücün ilk ve herkes tarafından uygulananı fiziksel güç olmuş. Fiziksel gücü daha az güçlüye yeten üstünlük kazanmış. Zaten dışsal güç uygulamak için en az 2 kişi lazım. Para, mal, mülk, paye, iktidar hep bu fiziksel güçün uygulama şekilleri olmuş. 
Ancak daha büyük bir güç türü de var ki, o da zihinsel güç. Fiziksel gücün bir sınırı vardır. İnsanın fiziksel gücünü ele alalım. Bir Rambo ya da Archilles ya da Golyat olun ama gücünüzün bir sınırı mutlaka vardır. Bir hikaye okumuştum yıllar önce.  Bir anne Amerika'da yolda kazan yapan arabasının altında kalan bebeğini kurtarmak için arabayı elleriyle devirmiş. Aynı güç yine Çanakkale Muharebesi'nde birkaç yüz kiloluk top mermilerini Mehmetçik'in ölüm kalım anlarında sırtlanmasını sağlamış. Ya da 2500 yıl önce Atina'nın kuzeyinde tüm gün savaşan Atina ordusunun kazanılan savaş sonrası tam zaferi kutlayacakken, Pers donanmasının Atina'ya saldırdığı haberini almalarıyla birlikte, savaşın tüm o yorgunluğuna rağmen ve sırtlarında onca teçhizatla 80 kilometrel koşmalarına ve Atina'yı ve ailelerini kurtarmalarına sebep olmuş. İşte bu anlarda artık kadim Hint felsefesinde toprak ile temsil edilen beden kendi sınırlarına dair tüm dayatmaları duyguların güçlü yaşanması ve inançtan dolayı bırakır ve zihin gerçek anlamda kontrolü ele alır. Zihin beden bağlantısı hiç olmadığı kadar incelir. Bilinçaltı bilince hükmeder. Ve zihin bedene hükmeder. İmkansız imkanlı hale gelir.
Aynı zihinsel güç kaba güçle alınamayan kaleleri binlerce yıllık strateji tarihinde alınmasını sağlamıştır. Hatta bazıları sadece bu yolla kan bile dökmeden o ünlü "Kılıçsız Samuray" kitabında anlatılan Japon İmparatoru Hideyoshi gibi güç kullanmadan kazanır. Sun Tzu en iyi komutan savaşa gerek duymayan komutandır der. Bu zihinsel güç aynı zamanda kişinin kendisinin efendisi olmasını, nefsine karşı verdiği mücadeleyi kazanmasını, kendini bulmasını ve yapabiliyorsa kendini bilmesini de sağlar. Bu güç kendini sanat, felsefe, mantık, bilim vs ile de gösterir. 
Gücün en üst noktası ise ruhsal güçtür. Parçası olduğumuz Bütünlük'ün, çokluktaki tekliğin bizim ruhumuza yansımasıdır o. Bu güç devreye en zor girenidir ve bir kere girdi mi de her daim aktiftir. Bu güce varmak ancak bir ayayışla olur, devamlı çaba, teslimiyet, adanmışlık, iman ve tevekkül ile.  Bu Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Taptuk Emre'nin aradığı ilahi aşktır. Onu bulan kendini bulur, Yüce Mevla'sını bulur. O'na varır ve O'nda erir. Ten kafesinden kurtulur. Acı ve ızfıraptan muaf olur, sefaya da belaya da eyvallah der. Artık Yüce Mevla ona razı olur. Bu noktada kalp gözü açılır ve ne beden, ne zihin, ne de duygular bu ilahi aşk şarabının verdiği tatmin ile boy ölçüşebilir. Zaten boy ölçüşecek bir şey de kalmaz. Her şey artık tektir. Dualist bir dünyada yaşarken, Teklik bilinciyle düşünmek ve yaşamaktır bu.

Sevgiler,
Kenan

24 Ocak 2014 Cuma

Sonsuz ARAYIŞ


“Bilgeliğin dudakları anlamayan kulaklara kapalıdır” – Kybalion
İnsanlar her zaman doğum ile dünyaya gözlerini açtıkları o mucize anında kaybettikleri BÜTÜNLÜĞÜ, BİRLİĞİ, İLAHİLİĞİ arar dururlar. Bu kopuş her zaman bir yuvaya dönüş özlemini içimizde tetikler, aynı ılık yaz esintisinin bir ağacın yapraklarını kıpırdatması gibi. İnsanlar bu yüzden beşeri olan ile yetinmez ve kendilerinden daha büyük bir gücü ararlar. Tanrı’yı ararlar. “Aramakla bulunmaz, ancak bulanlar arayanlardır” misali çoğu insan bu arayışı kendi dışında bir yerlerde arar.  Ancak bazı az sayıda insan vardır ki, aradığımız şeyin kadim öğretiler, felsefeler ve Semavi dinlerde bahsedildiği gibi dışarıda değil kendi içimizde olduğunu görür.
Evet bu bir arayıştır. Geldiğimiz kaynağa nasıl döneceğimize dair hissin getirdiği bir arayış. Kendimizi aşma isteğinin bir arayışı. Bilemediğimiz ama hissettiğimiz, sezgilerimizin mesajlarını deşifre edemediğimizden dolayı anlam veremediğimiz bir içsel çağrıdır bu. Bu arayış bizi erdemlere götürür. Erdemler insandaki Tanrı parçacığıdır, insanın üstüne düşen İlahi ışıktır. Bu yüzden erdemler insanları çeker. İnsanlar onları arar, ama tereddüt ile arar. Erdemler Tanrısal bütünlük, güzellik, iyiliğin sembolü olarak sahip olmak istediğimiz şeyler olarak bize göz kırparlar. Ama çoğu insan erdemleri ulaşılmaz deyip unutur. Bilmez ki, erdem dediğimiz şey insanlarda da var. Bilmez ki, beşeri erdem ile İlahi erdem farklıdır. Bilmediği için korkar ve uzak durur.
Ama çok az sayıda bir insan vardır ki, onlar kafalarını dünyevi, geçici zevklerden kaldırıp düşünür. Çünkü bilinmeyeni bilmeye merak, gözle görünen bu düzene hayret ve açıklanamayana şüpheyle bakar. Ancak çok daha az sayıda insan merak ve heves vadisinden geçip gerçekten bilmek ve öğrenmek ister. Çünkü az sayıda insan bilmenin getirdiği sorumluluğa hazırdır. Zira cehalet tatlıdır ve kolaydır, sorumluluk gerektirmez. Bu yüzden çok az sayıda insan arayışını eylemle taçlandırma cesaretine sahiptir. Bu az sayıda eyleme geçebilen kişiden çok daha azı ise başladığını bitirme azim, sebat, irade ve disiplinine sahiptir. Yoldaki engeller onları hedeflerinden alı koyar. Düştükleri zaman kalkmazlar, kalkamazlar ve gerilen lastiğin eski hareketsiz durumuna geri dönmesi misali eski uykuda ve farkındalıksız durumlarına geri dönerler. Yol ilerledikçe daha da zorlaşır aynı ekonomide “azalan verimler yasası” ile tabir edildiği gibi. İlk zamanlarda bir adımla 100 adet bilgiye ulaşılırken artık 100 adımla 1 bilgiye ulaşmak gerekir ustalık yolunda. Her bir adımda yol sizi hırslar, tutkular, arzular, kötü düşünceler, yıkıcı duygular, bağımlılıklar, korkular, şüphe, endişe, dogmalar, taassup ile sınar. Ama bu son birer adımlık dilimler aynı Orta Çağ katedral ustalarının sütunları çatıyla bağlamak için kullandıkları “kilit taşı”na benzer. O kilit taşı olmadan tüm yapı çöker veya dengesiz olur. İlk darbede yıkılır gider. Bu yüzden  çok az insan bu ustalık makamına erişebilir.
Ustalık ise son nokta değildir. Ustalık yolu bile büyük sınamalara gebedir. Bilmenin ve öğretmenin getirdiği güç ve otorite doğru kullanıldığı sürece uygundur, ancak bu aşamada ego şişmesi yaşayan ustalar bir anda bulundukları yerden aşağı düşerler. Hatta Star Wars filmindeki gibi karanlık tarafa da kayabilirler. Bu öyle bir tehlikeli durumdur ki büyük güce erişen ustalar ellerindeki gücü yanlış emellerle kullandıklarında kontrolsüz güç haline gelir, çevrelerini yakarlar. Aynı kara kuşağa sahip olan karetecinin kara kuşakta da 10 dan’lık yeni bir yolculuğa başlaması gibi ustalık yolu da bu yüzden uzun ve zahmetlidir. Aşama aşama ustalık mertebelerinde ilerlenir. Ustalıktan nefes aır verir gibi yapmaya götüren büyük üstatlık yolu ise daha uzun zaman, sabır, sebat ve çalışma ister.
Bu sonsuz yolculuk nerede biter kimse bilmez. Oraya varan da elbette ki “vardım” demez, zira “vardım” dese o orada değildir. Yol ise herkese açıktır ama değildir de, çünkü “bilgeliğin dudakları anlamayan kulaklara kapalıdır”.
Sevgiler,
Kenan

Copyright © 2014  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.


20 Ocak 2014 Pazartesi

Korkuyu Cesaretle Yenmek

“İhtiyatla desteklenmeyen cesaret beş para etmez.” - Shakespeare
“Harikulade şeyler ancak içlerindeki bir şeyin koşulların üzerinde olduğuna inanma cesareti gösterenler tarafından yapılmıştır.” - Bruce Barton
“Onların peşinden gidecek cesaretiniz varsa, bütün rüyalar gerçek olabilir.” -  Walt Disney
“Bir insan kendini adadığında ilahi taktir de o yönde hareket edecektir. Tüm olaylar diğer bir olayı desteklemek işin oluşur ve aksi taktirde hiçbir zaman ortaya çıkmaz. Bir akarsu boyunca oluşan tüm olaylar sadece bir karardan doğar. Hiçbir insanın hayal edemeyeceği tüm umulmadık durumlar, oluşumlar ve maddi destek bu şekilde elde edilebilir. Elinizden geleni ve hayal edebileceğiniz her şeyi yapmaya hemen başlayın. Cesaret; deha, güç ve büyüyü de içinde saklar. Şimdi başlayın.” - Johann Wolfgang von Goethe
İnsan acı, endişe, kaygı ile gerçek potansiyeline ulaşmaktan kendisini alı koyar. Bunları yaşar, çünkü korkar. Çünkü başka bir şey öğrenmemiştir. Öğrendiğini uygulamaktadır sadece. Tepki vererek daha kötü  olmasından veya elindekini kaybetmekten korkar. İnsanın en büyük korkusu kaybetme korkusudur. İçimizdeki zıtlıkları zihinsel olarak birleştirirsek, içsel gücümüzün hayal edileni tezahür ettirmesine engel olan korkumuzu üstesinden geliriz. Bu da cesaret ve risk almakla olur. Eylemsiz bir cesaretten bahsetmiyorum. Önce zihinsel bir hazırlık gerekir ve sonra da o ilk rölanti halinden çıkmak için o ilk hareket başlar. Bu ilk hareket zordur, zira araba hareket halinden çıkınca onun bilinmedik bir yolda ilerlemesini yönetmek gerekir. Bilinmezligi yönetmek için gerçeklerle yüzleşmeye, bazen acı çekmeye ve hatta kaybetmeye hazır olmak gerekir.
Ama bu yolculuk sadece olumsuzluklardan bezeli degil ki. Korku nehrinin ötesinde bambaşka fırsatlar, öğrenmenin getirdiği bilgelik, deneyimin getirdiği özgüven tabanlı daha üst kalitede bir hayat var. “Kozadan Çıkan Tırtıl”ın hayatı bu. Özgürce uçan kelebeğin hayatı. Bu sizin hayatınız. Siz başkasının hayatını değil kendi hayatınızı yaşıyorsunuz ve tek bir hayatınız var. Hayallerinizi gerçekleştirmek için tek bir hayat, şimdiki hayat. Ne yapacaksanız bu hayatta yapacaksınız. Hem yarın ölecek gibi, hem de su kaplumbağası gibi uzun yaşayacakmış gibi yaşamalıyız. Tek başımıza değil sevdiklerimizle birlikte. Bu yüzden korkularla yüzleşmek ve aşırı analizin paraliz etmesine engel olalım. Korkularımızın bizi hayallerimizden uzaklaştırmasına engel olalım. 80 yaşına gelip de keşke demek yaşanmamış bir hayat demektir. Robin Sharma’nın dediği gibi 20 yaş bedeninde olup da çoktan ölmüş çok insan vardır ve bu insanlar 80 yaşında bile keşke diyecek farkındalıkta olmadan rüzgardaki yaprak misali bir yaşam sonrası göçer, giderler. Ben böyle olmak istemiyorum ve farkındalığa sahip olan, uyanmış insanların da farklı düşündüğünü görmedim. Bu kesinlikle ama kesinlikle bencil bir yaşam  demek değil. Bu, kendi içinde mutlu insanın her zaman ve herkesle ve her durumda mutlu olacağını söylemek. Bu, kendindeki ışığı her gün artırarak başka mumlar yakmaya çalışarak bir hayatı geçirmek demek. Bu, bütünün mutluluğu için hizmet etmek, paylaşmak demek. Ama yine söylüyorum tüm bunları yaparken aileniz, sağlığınız, işiniz gibi sorumluluklarınızı arka plana atmadan yapmak en güzelidir. Sonuçta her şey denge ile alakalı. Her şey ölçüsünde güzeldir. Dengeden şaşmanın bedeli savurduğunuz bumerangı tekrar elinize almaktır.
Yolculuk hazineler saklıdır ve sadece cesurlara açar kapılarını. Hatalar olacaktır ama bu da öğrenmek içindir. Statik olan ölüdür ve öğrenemez. Bu yüzden değişimi kabullen ve onu yönet. Sun Tzu’nun dediği gibi “değişmeyenle karşılaştığında sen değişir ol”. Aynı su gibi. Kadim Çin ve Japon felsefelerinde su çok sık kullanılan bir metafordur. Su akar ve her zaman yolunu bulur. Bir nehirde akarken taş çıksa önüne, durmaz, kızmaz, öfkelenmez ve o sabit taşın çevresinden dolanır, akar gider. Ama nehrin debisi ve akış hızı yeterince güçlüyse taşı söküp atar da. Farz edelim ki su bir bent ile karşılaştı. O zaman da durmayı ve sabretmeyi bilir. Su akmaya devam ettikçe suyun yüksekliği artar ve sonra bendi aşar, yine yoluna akarak devam eder. Hiç yükselmeden durduğu zaman bile toprağa nüfuz eder ya da bekler. Doğru an gelince yine akar gider. Ya da bir çatlak oluşmasını bekler ve o minik çatlaktan araya önce sızar, sonra uzun süre sonra o engeli patlatır. Su muhteşem bir semboldür ve evrendeki değişkenliği sembolize eder. Siz de bu yüzden su gibi olun.
Ey kendini gerçekleştirmek isteyen ışık yolcusu! Sen her daim hareket halinde ol; evrendeki yaşayan her şey gibi  ve her şeyden, her andan, her durumdan öğren. Su gibi ol. Unutma! “Gezen kurt aç kalmaz” ve her şey her zaman olması gerektiği gibi olur. Her olanın arkasında bizim iyiliğimizi amaç edinen bir ilahi niyet vardır, çünkü her şey ileriye doğru tekamül eder ve her şey tekamül için vardır. Bu yüzden bir engelle karşılaştığında en büyük silahın cesaretindir. Korkular hayatındaki en büyük engelin olacaktır. Hz.İsa” önce kral ol, sonra krallık gelecektir” demiş. Kral olmak için kral gibi davranmak lazım, bunun için de kral gibi hissetmek. Yani içinde olmayan dışında da olamaz. Korkularını aşan kişi ise içinde kral olacaktır ve sonra içteki o muhteşem ilahi ışık dışarıyı aydınlatır. “Kaldır kendini aradan, çıksın ortaya Yaradan” işte bunu söyler.
Siz cesaretle tahtınıza oturmak için harekete geçtiğinizde Goethe’nin yukarıdaki sözde bahsettiği gibi tüm evren sizin yolunuzda ilerlemeniz için size kapılarını açar. Ama bu kapı dikensiz bir gül gibi olmayacaktır, zira her dikende sizi size buldurmak maksatlı bir sebep vardır. Sebep ortadan kalkınca zaten Nirvaya’ya varmış olursunuz, ama bu da bir başka yazı konusu...
Yaşamınızda her an sağlık, mutluluk, huzur dolu yaşayın, sevgi ve barış içinde kalın, ahenkli ve dengeli olun.
Sevgiler,
Kenan
Copyright © 2014  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.