26 Şubat 2014 Çarşamba

Yaşam bir Maskeli Balo

”Aynaya baktığınızda suçluluk duyuyorsanız, gerçekleri öğrenmişsizsiz demektir.”
 V for Vendetta
"Küçük bir kızken tanıdığımız yaşlı ve bilgin biri bana şöyle demişti: 'Daima kendin ol. Kimseyi taklide çalışma! Tanrı filleri yaratmıştır, ama aynı zamanda tavşanları da.' O zaman bu sözlere pek inanmamıştım. Çünkü benim gözlerimi boru gibi sesleriyle filler doldurmuştu ve ufacık tavşanları göremiyordum bile. Fakat şimdi yaşasın filler ve yaşasın tavşanlar diyebiliyorum."
Rosemery Cobham

Yaşadığımız Dünya muhteşem güzelliklerle bezeli bir gezegen.
Hatta o kadar güzel ki...
Biz Dünya’da yaşamı oluşturan koşulların tüm evrende bize özel ve tek olduğuna binlerce yıldır inanmışız. Tersini söyleyeni de suçlamış, yakmış, cezalandırmışız.
Şunu diyebilirsiniz!!
Peki, neden bunca sorun, kargaşa, kötülük var bu Dünya‘da o zaman?
Evet. Maalesef var...
Ancak dikkatle bakarsanız;
Göreceksiniz ki....insanın kendi bakış açısıdır bu Dünya’yı iyi ya da kötü yapan...insanın eylemleridir bu Dünya’yı iyi ya da kötü yapan.
İnsanı bırakalım ve doğal yaşama bakalım.
Hayvanlar birbirlerini öldürüyor. Bu nedir acaba?
Dünya gözüyle bakarsak bu da iyi ve hoş değil...
Ancak doğal yaşamın birbirine örülü ve bağlı dengesi bir beslenme zinciri getiriyor.
Bunun adı “karşılıklı bağımlılık”. Evrensel bir ilke bu. Dünya’daki doğal yaşama izdüşümü de bu.
Bu beslenme zinciri içinde de hayvanlar sadece ihtiyacı kadar besleniyor.
Ama insan ne yapıyor?
İnsan kendi çıkar, arzu, ihtiras, hırs, zevk, hazları için de bunları yapabiliyor.
Kendi emelleri için beslendiği Doğa Ana’yı kirletebiliyor.
Bu yüzden bana göre...
Yaşadığımız her şeye rağmen Dünya harika bir yer...hatta daha ileri gideyim, Dünya Tanrı’nın yaradımları arasında bir cennet.
Onu kötü yapan bizleriz.
Elmayı yemişiz bir kere. Atılmışız Aden’in Bahçesi’nden.
Bu Dünya aslında o kadar da zor bir yer değil aslında!!!??
Neden mi?
Çünkü herkes aslında maske takıyor ve kendisi gibi olamıyor.
Dünya maskeli baloya sahne olan bir tiyatro sanki.
Doğum ile birlikte mizaç, genetik miras ve karmadan oluşan bir hardware ile dünyaya geliyoruz.
Can ten kafesine bürünüyor...Zaten bu noktada ilk BÜTÜN ve TAM halimizden uzaklaşmış oluyoruz.
Sonra da kişilik yazılımının yazılmasıyla birlikte sahte bir kişilik geliştiriyoruz.
Romalıların “persona” dedikleri maskeler işte bu sahte kişiliklerimiz.
Zira;
Sahte kişilik bizim özümüz değil. Dünya ortamında çevre koşullarıyla şekillenen kişiliğimiz bizim çocukluk kararlarımız ve savunma mekanizmalarımızdan oluşuyor.
Herkes maske takıyor...düzen böyle.
Maskelerden kurtulabilen ise çok az. Bu zorlu bir yol ve yolculuk. “Seyrü Süluk” herkese göre değil. Zaten herkes de bunu istemiyor.
Ne güzel olurdu bu maskelerden bilinçli olarak kurtulabilsek?
O zaman maskeli baloya gerek olur muydu?
Maskeler olmayınca yanlışlar ve yanlış anlaşılmalar olur muydu?
Maskesiz olmak amaçsız, isteksiz olmak demek değil...
Bilge olmak veya veli, ulu olmak da değil.
Maskesiz olmak kalkanları kaldırmak ve kendin olmak...
Yakın zaman liderlik kitaplarında...
“Otantik liderliği” tanımlayan sıfatlardan birisi olan...
İncinebilir olmak, şeffaf olmak, içi dışı bir olmak bu.
İçteki ışığın dışarı çıkmasına izin veren olmak demek.
Neden olmasın ki?

Sevgiler,
Kenan Kolday

Copyright © 2014  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

21 Şubat 2014 Cuma

DIŞTAN İÇE, İÇTEN DIŞA

“Kaldır kendini aradan, çıksın ortaya Yaradan” – Erzurumlu İbrahim Hakkı

İnsanın kişisel gelişimi nasıl olur?” sorusuna benim vereceğim en kısa yanıt...
Önce dıştan içe olur, sonra da içten dışa...şeklinde olur.
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki her şey elimizin altında. Her tür bilgiye bir tık ile ulaşmak mümkün.
İşte!!
Bu yüzden de bilgi kirliliği içinde hala doğru bilgiye ulaşmak zor. Belki de eski kadim zamanlar kadar zor.
İnsanlık binlerce yıllık bilinen ve yazılı tarihinde ürettiğinden kat be kat fazla bilgiyi son 150 yılda...
hatta son 50 yılda üretti.
Ancak yine bu bilgi otobanının merkezinde yine insan var.
Peki insan bu dünyada neden yaşar? İnsanın bu dünyaya geliş amacı nedir?
Farklı filozoflar, farklı öğretiler, farklı inanç sistemleri buna farklı cevap verirler.
Ancak, bana göre her şey yaşadığımız evrende tekamül için vardır.
Zira, evrendeki her şey hareket Big Bang ile ilk etki sonrası hareket halindedir. Her şey dönüşüm halindedir.
Bu dönüşümün amacı...varlıkların tekamülü. Hayat zıtlıkların gül bahçesinde insanı test eder ve onu ona buldurur.
Gelişim öğrenmek ile başlar. Zira bilmek-yapmak-olmak yolu ilk öğrenmek ile başlar.
Ne demiş Hz. Muhammed’e görünen Cebrail?...”OKU”, “Allah’ın adıyla oku”.
Peki öğrenmek ile öğrendiğini içselleştirmek aynı mıdır?
Kesinlikle hayır. Zaten bu kadar olsa bu hayat tiyatrosunda bunca zorluğa gerek var mı ki?
Martrix’teki gibi taksınlar fişi, öğren o zaman.
Bilgi çok farklı ve çeşitli kanallardan insana akar.
Öğrenmek ise sana gelen bilgiyi akıl vasıtasıyla işlemek, yorumlamak ve sentez etmekle...
VE sonra da öğrendiğini hayatın tam içinde, tam ortasında, tam göbeğinde...
Uygulayarak öğrenmekle olur.
Hayat okulunda eylemlerimizle yaşarız ve eylemlerimizin sonuçlarından öğreniriz.
Bu yüzden hata yoktur, sadece deneyim vardır.
Bilmek-yapmak-olmak yolunda, olmak  “nefes alır verir gibi yapmak” noktasıdır.
Aynı bisikleti düşe kala sürmeyi öğrenen çocuğun...
Aylar sonra sokakta ellerini bile bırakarak...
“Pedalı nasıl çeviririm?”, “gidonu nasıl doğru tutarım?” diye düşünmeden...
Hatta yanındaki çocuklara laf atıp espri yaparak çabasız sürmesi gibidir...
Çim kadim felsefesi Tao buna “Wu Wei” der. Bilmeden bilmek, yapmadan yapmak, olmadan olmaktır bu.
Yani...
İnsan öğrenirken süreç dışarıdan onun içine doğrudur...
Her şey ona akar ve o da sünger gibi çeker.
Tabii ki bir arayışı varsa...
Arayışı olmayana ne verseler o almaz.
Ama gün gelir kişi, “hamdım, piştim, yandım” basamaklarından yandım aşamasına gelir...
İşte o zaman artık içi dışı bir olur...
Ve içinde neyse o güzellik, o zarafet dışarıya yansır, dışarıya akar.
Bu noktada insan Yaradan ile arasındaki sınırları, kalkanları, maskeleri kaldırmıştır.
O kişinin karakter asaleti ve bilgeliği bir bakışta anlaşılır.
Önce çırak sonra üstad olacaksın ki dıştan içe sana akan artık sende dışa aksın...
O zaman işte ışık olur, her gölgeyi aydınlatırsın.
Sevgiler,
Kenan Kolday

Copyright © 2014  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

14 Şubat 2014 Cuma

Mutsuz insan yoktur, hayalleri olmayan insan vardır




Hayaller ve mutluluk....
Ne hoştur mutlu olmak. İnsanlar hep mutlu olsun isterler ve hayallere dalarlar. Güzele, mutluluk verene koşarlar.
Hepimizin küçükken hayalleri vardı....
Süpermen gibi güçlü, kuvvetli olmaktan tutun da Örümcek Adam gibi duvarlarda yürümeye.  Ya da doktor olup insanları iyileştirmeye. İnşaat mühendisi olup gökleri delen kuleler koca inşa etmeye. Atatürk gibi olup vatana, millete hayırlı olmaya dek bir sürü hayalimiz vardır.  Hiçbirisi imkansız değildi, imkansız görünmezdi bizim küçük gözlerimize.
Bizim nesil büyük annelerimizden savaş zamanı hikayeleri ve o zamanların kanaat, ölçülülük, saygı, saflık, alçak gönüllülük ve tevazu hikayelerini dinlerdi. Bir de dedelerden Osmanlı zamanlarından kalma kahramanlık hikayelerini. Hep bir Ulubatlı Hasan olmak isterdik biz erkekler. Ya da o eski Türk filmlerinde seyrettiğimiz Kara Murat olmak. Ya da Hazarfen Ahmet Çelebi gibi Galata Kulesi’nden kanat takıp uçmak, uçsuz bucaksız gökyüzünün enginliğine özgürce dalmak...
Ne güzel günlerdi o günler...
Hayaller önemlidir insan hayatında. Hayaller bizi biz yapan şeylerin parçasıdırlar.
Ancak bir gün bir şey olur ve o hayalleriyle dolup taşan, onları amaç edinen çocuk bir şekilde bırakır o hayallerini; aynı paltosunu otobüste unutarak eve dönen çocuk gibi. Aklından çıkar gider. Unutma döngüsüne girer. Geriye de bakmaz eğer tekrar bakabilecek kadar uyanmamış ise.
Peki nedir bu hayallerimizi bizden alan? Nedir bize hayallerimizi unutturan? Nedir..?
Önceki yazılarımda 0-7 yaşın insan yaşamındaki önemini ve her yetişkin insanı oluşturan kişilik unsurlarının %78’inin bu dönemde edinildiğinden bahsetmiştim. Yani bu dönem eğitim için çok önemli.
Bir çok insan hayallere inanmaz. Başkalarının hayallerini de karalar. “O olmaz”,  “Bu imkansız”, “Akıllı ol”, “Bu mantıksız”, böyle saçmalık olur mu?” gibi ifadelerle hayalleri boşa çıkarırlar sanki başkaları kendileriymiş gibi. Kendi mutsuzluklarını başkalarına dayatır bu insanlar. Herkesi kendi çaplarından zannederler. Dünyada tek bir yol var sanırlar. Zaten kendi kendilerini de sabotaj eder bu insanlar.
Ama kızamıyorum ki onlara...
Onlar da bunu görmüşler anne ve babalarından, ailelerinden, çevrelerinden, öğretmenlerinden, işverenlerinden, patronlarından. 7 nesil ne öğrendiyse aktarmış onlara. Onlar da öğretilen oyunu körü körüne oynar olmuşlar. Armut dibine düşer olmuş her ağacın.
Bu aynı özgürce büyümekte olan bir ağacın üstüne, ağacın büyümesini engelleyecek şeffaf bir cam fanus koymak gibi. Çocuk cam fanusu fark etmez ve kendi özgür iç dünyasını dışa vurmak ister, ama bir bakar ki görünmez duvarlar engeller onu. Bu görünmez duvarlar eleştiri, yargılama, şartlandırma, cezalandırma gibi şeylerdir.
Sakın ha, lütfen bu dediklerimi cezalandırma ile karıştırmayın. Disipline etmekle de.
Dediğim şudur...İnsan mutlaka bir disiplin ortamında olmalı ki sınırlarını bilebilsin. Ama hayallerinin sınırsızlığını da bilsin.
İşte böyle dostlar....
O özgür, uçsuz bucaksız hayallere sahip çocuk gider ve yerine sürü insanının hoşuna giden, aynı onlar gibi basmakalıp olan, o cici, hanımefendi veya beyefendi, emir-komuta altında tam istenildiği gibi davranan, kendisi olmaya korkan bir çocuk gelir.
İnsan kendi elleriyle o yaşlarda farkında olmadan teslim eder özgürlüğünü, hayallerini ve mutluluğunu. Bir daha da kolay kolay uyanamaz bu “orta oyunu”ndan. Hint Felsefesi’ndeki yanılsamalar dünyasını anlatan Maya bir tül daha çekmiştir onun üstüne. Bu tül göze değil akla çekilmiş bir tüldür.
İşte bu yüzden diyorum ki...
Mutsuz insan diye bir şey yoktur; sadece ve sadece hayalleri olmayan insan vardır. Hayallerini unutmuş ve onları tekrar bulamamış ve hayallerini hayat tutkusu ve coşkusunu tetikleyecek şekilde tutuşturamamış insan vardır.
Hayalleri olmayan insan amaçsızdır. Rüzgar önündeki yapraktır. Ne kendisinin farkındadır, ne de çevresinin, ne hayatın, ne de Dünyanın, ne de evrenin. 5 duyusu tam ve doğru çalışan ama körü, sağır, dilsiz yaşayan bir mahluktur. Hayatı bir görev gibi yaşar. Bir robot gibi düşünmeden gelen etkiye tepki verir ve tepkileri ve baskısı güçlü olanın kazanmasını makul zanneder sanki Afrika’nın Serengeti düzlüklerinde yaşıyormuş gibi.
Sorarım amacı ve hayalleri olmayan insan ne yapar? Kendini nasıl aşar ki?
Mutluluk kendini aşmakta saklıdır. Bu hayatın amacı tekamüldür ve tekamül ise ilerlemek, insanın kendi inşa ettiği ülkü mabedine her gün bir önceki güne ek yeni tuğlalar eklemektir. Bunu yapamayan insan ise statik olur. Evrende her şey bir değişim ve dönüşüm halindedir ve statik olmak zaten hayatın amacına terstir. Bu insan 20 yaşındayken yaşayan ölü olur. Mal, mülk, mevki, paye peşinde kendi arzu ve ihtiras atlarının çektiği arabaların peşinden bilinçsizce koşup gider. Ya da hata yapma ve kaybetme korkusu ile yerinde sayar ve neler kaçırdığını bilemeden bitki gibi yaşar gider.
Siz hangisi olmak istiyorsunuz?
Sevgiler,
Kenan

Copyright © 2014  Yayın hakları Kenan Kolday'a aittir, izin alınmadan kullanılamaz.

8 Şubat 2014 Cumartesi

Gücün 3 Yönü

Güç...Bu nasıi bir şeydir ki, insanlık tarihi boyunca kadın, erkek hepsi onun peşinden koşmuş. Bir çok film onun için yapılmış. ne savaşlar verilmiş, ne büyük şeyler bu uğurda feda edilmiş. 
İçinden kopup geldiğimiz ve doğum ile kaybettiğimiz o muhteşem BÜTÜNLÜK ve TEKLİK'e duyulan dünyasal özlem, bize hep gücü ve güçlü olmayı aratmış. 
O kopuşun sonucu ruhun maddesel hayata uyumlanması süreci ve bunun getirdiği şok, bizleri eskiden o tam ve bütün olduğumuz zamanlara dair önüne geçilmez bir özlemle doldurmuş. Bu yüzden de ruhani gücümüzün hayal meyal hatıralarıyla bu dünyada ayakta kalmak için güçlü olmak zorunda hissetmiş insanoğlu. 
Nasıl da olmasın ki? Abraham Maslow'un ünlü İhtiyaçlar Hiyerarşisi'ne bakınca en altta temel ve fizyolojik ihtiyaçlar var. Farz edin ki bir ormana düştünüz ve sizi bulana dek hayatta kalmanız lazım. O anda yemek, barınmak, güvenlik gibi temel ihtiyaçları mı düşünürsünüz, yoksa kendinizi gerçekleştirmek mi? Fakir bir insan önce neyi düşünür? Hele bir de bakacak bir ailesi varsa.
Hele bir de doğum sonrası insan bir kişilik edinmiş ki, işte o zaman bağlanmış tamamen dünya düzenine ve kişiliğine göre bir ayakta kalma stratejisi belirlemiş.
Gücün ilk ve herkes tarafından uygulananı fiziksel güç olmuş. Fiziksel gücü daha az güçlüye yeten üstünlük kazanmış. Zaten dışsal güç uygulamak için en az 2 kişi lazım. Para, mal, mülk, paye, iktidar hep bu fiziksel güçün uygulama şekilleri olmuş. 
Ancak daha büyük bir güç türü de var ki, o da zihinsel güç. Fiziksel gücün bir sınırı vardır. İnsanın fiziksel gücünü ele alalım. Bir Rambo ya da Archilles ya da Golyat olun ama gücünüzün bir sınırı mutlaka vardır. Bir hikaye okumuştum yıllar önce.  Bir anne Amerika'da yolda kazan yapan arabasının altında kalan bebeğini kurtarmak için arabayı elleriyle devirmiş. Aynı güç yine Çanakkale Muharebesi'nde birkaç yüz kiloluk top mermilerini Mehmetçik'in ölüm kalım anlarında sırtlanmasını sağlamış. Ya da 2500 yıl önce Atina'nın kuzeyinde tüm gün savaşan Atina ordusunun kazanılan savaş sonrası tam zaferi kutlayacakken, Pers donanmasının Atina'ya saldırdığı haberini almalarıyla birlikte, savaşın tüm o yorgunluğuna rağmen ve sırtlarında onca teçhizatla 80 kilometrel koşmalarına ve Atina'yı ve ailelerini kurtarmalarına sebep olmuş. İşte bu anlarda artık kadim Hint felsefesinde toprak ile temsil edilen beden kendi sınırlarına dair tüm dayatmaları duyguların güçlü yaşanması ve inançtan dolayı bırakır ve zihin gerçek anlamda kontrolü ele alır. Zihin beden bağlantısı hiç olmadığı kadar incelir. Bilinçaltı bilince hükmeder. Ve zihin bedene hükmeder. İmkansız imkanlı hale gelir.
Aynı zihinsel güç kaba güçle alınamayan kaleleri binlerce yıllık strateji tarihinde alınmasını sağlamıştır. Hatta bazıları sadece bu yolla kan bile dökmeden o ünlü "Kılıçsız Samuray" kitabında anlatılan Japon İmparatoru Hideyoshi gibi güç kullanmadan kazanır. Sun Tzu en iyi komutan savaşa gerek duymayan komutandır der. Bu zihinsel güç aynı zamanda kişinin kendisinin efendisi olmasını, nefsine karşı verdiği mücadeleyi kazanmasını, kendini bulmasını ve yapabiliyorsa kendini bilmesini de sağlar. Bu güç kendini sanat, felsefe, mantık, bilim vs ile de gösterir. 
Gücün en üst noktası ise ruhsal güçtür. Parçası olduğumuz Bütünlük'ün, çokluktaki tekliğin bizim ruhumuza yansımasıdır o. Bu güç devreye en zor girenidir ve bir kere girdi mi de her daim aktiftir. Bu güce varmak ancak bir ayayışla olur, devamlı çaba, teslimiyet, adanmışlık, iman ve tevekkül ile.  Bu Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Taptuk Emre'nin aradığı ilahi aşktır. Onu bulan kendini bulur, Yüce Mevla'sını bulur. O'na varır ve O'nda erir. Ten kafesinden kurtulur. Acı ve ızfıraptan muaf olur, sefaya da belaya da eyvallah der. Artık Yüce Mevla ona razı olur. Bu noktada kalp gözü açılır ve ne beden, ne zihin, ne de duygular bu ilahi aşk şarabının verdiği tatmin ile boy ölçüşebilir. Zaten boy ölçüşecek bir şey de kalmaz. Her şey artık tektir. Dualist bir dünyada yaşarken, Teklik bilinciyle düşünmek ve yaşamaktır bu.

Sevgiler,
Kenan